23 Eylül 2015 Çarşamba

RASYONELE MEKTUP

Halihazırda var olan her şeyi, olduklarından daha büyük ve daha endişeli bir pozisyonun içine sokmakla suçlanıyorum, yargılanıyorum, nihayetinde de dar ağacında bir ilmek bir de ben kalıyoruz.
Aradan vakit geçince kim ilmek kim ben karıştırır hale geliyoruz. Tek oluyoruz.
Geriye de hiçbir endişe zerreciği kalmıyor.
Viva! Haydi şimdi rahatlayın ve mutlu uyuyun insan parçaları.
Adaletin göreceli olduğu bir evrende mahkemeye çıkmak çok da umrumda değil aslında. Sonuçta içimdeki mevzunun, ilk hakimin varlığından bile önceye dayandığı kanısındayım . Yaşlıya hürmet rica ediyorum ey insan parçaları!
Beni yargılayanlar, evet, evet kesinlikle haklısınız. Büyük ve endişeli bir durum var ortada. Lakin ben, ortalama bir insandan biraz daha az yer kaplayan cismimle, sorarım size, olanı büyütmeye nasıl güç yetirebilirim? İşte bu noktada yanıldınız. Basit olanın küçük olması gerektiğini kim söyledi? Var olan her şey, ben hiçbir müdahalede bulunmasam dahi, kendi varlıklarından ötürü, göründüklerinden ve gördüklerimizden daha büyük ve daha endişeliler.
Ruhumuzu kör kuyulara da atsak, yedi kat semaya da çıkarsak basit olanın mevcudiyetinde barındırdığı muazzam, karmaşık ve bilinmez güç, bizleri sonsuza dek etkileyecek.
Kimileriniz görmezden gelebiliyor bu durumu, kimileri de görüp üstesinden gelmiş gibi davranabiliyor. İki koşulda da daha rasyonel kişiler olarak atfedebiliriz bu şahsiyetleri.
Sanıyorum ki bu, benim uzun süre kisvesine bürünebileceğim bir rol değil. Beceriksizliğimi hoşgörün ey insan parçaları! Kainatın özünde tezatlık varken rasyonel bir tavır sergilemek asıl ironi gibi geliyor bana. Kedi ulaşamadığı ciğere mundar diyor da olabilir pek tabii. Burada vereceğiniz kararı size bırakıyorum, sonuçta ikisi de umrumda olmayacak.
Mümkün olsa giderdim. Ne siz bana bayılıyorsunuz ne de ben size; çünkü insanın en büyük kavgası kendisi ile olandır. E ben siz, siz de ben olduğumuza göre... Viva paradoks imparatorluğu!
Bu paradoksu nesnellikle yaşamıyor olsam ve her dakika bununla sınanmıyor olsam ve hiç kitap okumamış olsam, ben de bir rasyonel olabilirdim. Böylece ne sizin kafanızı şişirir ne de kurulu düzene çomak sokan ejderha dövmesiz bir kız olurdum.
Şu ana kadar anlattıklarımın fazlasıyla flu ve eserekli göründüğünün farkındayım; fakat bir Tezer Özlü, Oğuz Atay, Sartre yahut Franz Kafka olarak doğmadığım için (Burada kendilerini örnek verme sebebim, kanaatimce, yazının yetebildiği yere kadar yazıyı kullanarak kendilerini, varlıklarında olup biteni, kapsamlı ve detaylı bir şekilde ifade edebilme yeteneğine sahip olmalarıdır. Yoksa onların buhranlarının benim buhranlarıma denk düştüğünü düşündüğümü varsayıp benzetmelerimi buna yormanızı istemem; çünkü bu olanı fazlasıyla anlaşılmaz kılacaktır. Herkesin bambaşka bir hikayesi var ve ben zaman zaman onların anlattıklarında kendi özümden çağrışımlar bulsam da, benim deneyimin bağımlı ve bağımsız değişkenleri oldukça farklı.) ancak bu kadar anlatabiliyorum. Verdiğim örneklerin, kişi olarak aslında birbirlerinden çok farklı olmalarından ötürü ve gerek karakter, gerekse yazı bakımından ayrı ayrı incelenmeleri gerektiğini düşündüğüm için üzerlerinde fazla durmayacağım, bu benim gücümün sınırlarını aşan bir durum. Ki onlar kendilerini zaten fazlasıyla yazabilmiş kişiler (Muhtemelen bunu Özlü'ye söylesek "zehrinin ve anlatabileceklerinin binde birini bile yazamamış" olduğunu söyleyecektir; ama onu bile yapamamış milyarlarca insanın gelip geçtiği şu dünyada aslında bu, kalıcı bir kelebek etkisi oluşturuyor.) Ben onlardan bahsetmeye nokta koysam da siz onları okuyun insan parçaları. Bir parça oluşunuz yetmiyormuş gibi okuyun ve tuzla buz olun. Atın kadehi elinizden/ Bin parçaya bölünün!
Dağılmaya başlayan aklımı toparlayacak olursam eğer, tüm bu kavgamın derinlerinde yatan sebebin üç kollu bir diyagram olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan en barizi beynimin içinin kuyrukları birbirine değemeyecek kadar hızla dolaşan tilkilerle dolu olması. Buna binaen, o tilkileri kovalamaktan ve tek tek tüylerinin rengini incelemekten mazoşistliği andıran bir haz duymam da, pek tabii, işlerin ruhumdaki ağırlığını azaltmıyor. Satranç'ı okuduktan sonra insanın kendi beyniyle bir strateji oyununun içine girmesinin ne kadar tehlikeli olabileceğini fark ettim ve aynı anda bir başka aydınlanma daha yaşadım ki, bu bir seçim değildi. En başından beri böyleydim. Belki de olayların buralara gelmesindeki temel etken budur. Diğer iki unsur varlığım böyle olmasaydı da hayatımda yerleşke kurup dikiş tutturabilirler miydi emin değilim. Artık bunların bir önemi yok tabi. Mevcut halimle yıllar geçirdikten sonra, "diğer türlü nasıl olurdular" hayali olasılıklardan ibaretler ne de olsa.
Durum değerlendirmesi yaparken geleceğim diğer iki unsurun beni ne derece etkilediği işte bu temel halim göz önünde bulundurularak düşünülmeli.
İkinci unsur, kendim dışında başka "bir" kişinin hayatım üzerindeki etkilerinden doğuyor. Bunu burada ifade etmeme sebep olacak derecede büyük bir etki yapabilmesi aslında daha önce bahsettiğim ilk unsurdan, yani kendimden kaynaklanıyor. Olası durumlarda olası reaksiyonları göstermiş olsaydım muhtemelen bilgisiz fakat daha mutlu bir insan olabilirdim.
Uzun yıllar güçlüyü oynamak zorunda bırakılmaktan yorulduğu için, mağduru oynayarak (kalkıp toparlanabileceği yerde) mağduriyetin avantajlarından faydalanıp bir ortamdaki tüm alakayı üzerinde toplama ihtiyacı hisseden biriyle beraber olduğunuz zaman, öncelikle bilmeniz gereken iki şey vardır; o kişi asla tedavi olmak istemeyecektir ve bulunduğu ortamda bir başka mağdurun da baş göstermesine imkan tanımayacaktır. Kalıp çözemediğiniz, kaçıp kurtulamadığınız böyle bir mekanizma içinde, sizin payınıza düşen, bu mizansenin kafa sallayıcılarından biri olmanız ve "görünürde mağdur"un tüm ezici gücü karşısında sizin sefil ve şikayet erbabı biri haline gelmenizdir. Gerçek güçlü mağdur bunu diğer insanlar üzerinde bir yıkım aracı olarak kullanmak yerine kendi için bir kilometre taşı bilir. Fakat gerçek güçlü bir mağdur olmak için karakteristik olarak sahip olmanız gereken bazı özellikler vardır. Karamsarlığın ve yalnızlaşmanın etkisindeki bir insandan böyle bir şey bekleyemezsiniz örneğin. Ben de beklemedim, nitekim ben, benden bekleneni de yerine getirmedim. Ortada iflah olmaz mel'un bir sorun varmış gibi yapmak ve herkesin de "aslında işlerin bu kadar da kötü gitmediğini" bildiği bir yerde kıyamet senaryoları yazıp durmak bana göre değildi. Mağdurun artık güçlü olması gerekiyordu ve mağduriyetine isterse son verebileceğini biri ona söylemeliydi. Ama bu kişilerin asıl ezici güçleri siz bunları onlara söylediğiniz zaman ortaya çıkar. Sizi, o zorlu geçmişlerindeki mücadeleleri onlara yeniden yaşatmak zorunda bırakacak bir tehdit olarak algılar ve sözlerinizdeki iyi niyeti birer kasap satırı olarak görürler. Bu sefer size öyle davranmaya başlarlar ki değer verdiğiniz birinin canınızı neden ve nasıl bu kadar yakmak isteyebileceğine şaşar kalırsınız. Siz ona yardım etmek istemiş ama aforoz edilmişsinizdir. İşin kötü yanı, eğer ki kendi karakterinizi ve temel varlığınızı reddedip o mecliste size sunulan rolü kabul etmeye karar verirseniz bunun artık mümkün olmadığını görürsünüz. Siz bir kez düşüncenizi belirtmiş ve düşman safına itilmişsinizdir. Bu yüzden isteseniz de orada kalıp sefilleri oynayamazsınız. "Sözde mağdur", sizi güçlü olmak zorunda bırakıp aforoz ederken aslında tarihi tekerrür ettirir ve kendine yapılanı, bir zorba gibi size de uygular. Ama sizin asıl içinizi acıtan onun bir zorba olmadığını biliyor olmanızdır.
Güçlü olmak, savaşmak demek olsaydı anlamlı olabilirdi belki; ama burada asla gerçek bir savaş olmayacak. Savaşmak bir neticeyi doğurur. Mağdursa olayın neticelenmesini istemez. O yüzden siz tüm gücünüzle(!), binevi lanetinizle, savaş meydanında, karşı tarafta savaşacak kişisi olmayan bir savaşçı olarak kalırsınız. Yalnızlığa itilmiş, artık iki tarafa da gidemeyecek iyi niyetli bir barış elçisi, bir savaşçı, bir hiç, bir hep. İşin ızdırap dolu kısmı Sisifos'un veya Prometheus'un başına geldiği gibi ceza sahasından asla çıkamayacak oluşunuzdur. Gerektiği kadar zayıf olamamış olmanın lanetini, güçlü olmanın bir avantaj olmadığı bir yerde, mağdurun dizinin/ruhunun dibindeki krallıkta sonsuzluk gibi bir zamana dek çekecek olmanızdır.
Sanırım üçüncü unsura ne benim takatim ne de sizin mecaliniz kalmıştır. Varsın o da öylece kalsın. Nasıl olsa bu, zaman kadar eski bir sıkıntı. Hiç bir yere kaçmayacaktır.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Zıkkımın sütü

ekşimiş süt gibi
doğru tada yakın
ama kesinlikle doğru tatta değil
sıcakta kalmış belli
içilmez gayri
döksen de
dökemezsin ya
döktün diyelim
tesisat bile kusacak belli
ama aldırma
foseptik falan hikaye
dökemezsin
kursağından geçen ilk süt bu
çiğ bi laktoz zerresi
sindirim sistemine girmeden
doğrudan
vicdanına yerleşti
zamanla iyiydi
derken bi gün
sıcakta kalmış belli
içilmiyor
ne de kusuluyor gayri