25 Aralık 2014 Perşembe

Bir Kadın, Bir Erkek ve Bir Şehir

Şehrim yağmur yağmurdu o gün
Bir otobüs durağımda oturdum sonra...
Bir kadın ve bir erkek vardı
Yeryüzü ve gökyüzü
Dünyanın varoluşundan bu yana
                 kendine has kalabilmiş iki hikaye
Cesuru oynuyordu bu defa kadın
''Bırak ıslanalım gitsin!'' dedi.
Erkek temkindar..
Bekledi...
Kadın bir daha söyledi
Üçüncüyü söylemeyeceğini her ikisi de biliyordu,

Bıraktılar.
Islanıp gittiler.

11 Aralık 2014 Perşembe

Kıştan mı? Kalabalıktan mı?

  Kışın örten bir yapısı var buralarda, sizin oralarda da öyle mi bilemem.Yani bize has haller mi bunlar yoksa genel olarak mı böyledir muhterem?  Cevaplar her zamanki gibi o kadar da önemli değil esasen. Çünkü fark etmek sormaktan geçer, çözmekten değil.
  Bugünkü mevzu neydi? Hah tamam. İnsanlar. Her şeye atlıyoruz çünkü, başkasına başlık olacak mevzu kalmıyor.
  Geçen yine çevremi izliyorum,alışkanlık işte, belki de yapı gereği emin değilim neyse konumuza dönelim, yığın yığın insanlar. Öyle zamanlardayız ki tenhalar bile kalabalık artık. Ve kalabalığın o ağır çökerten kokusu sinmiş her yana. En kötüsü bizim de öyle kokuyor olmamız. Bir paradoksun kahramanlarıyız. Ne yapıyorsak kendimize yapıyoruz zaten. Sonra kendimizdeki bu yıkıcı gücü, imha yeteneğini görüp ya filmin kötü karakteri olmayı seçiyoruz ve biz de bir koku şebekesi oluyoruz ya da kendimizden utanıyor ama yine de uluortada yüzleşiyoruz kendimizle. Bundandır belki diye düşünüyorum nicemizin Kafka' nın sözlerinde kendisini bulması. Aradığımız ortak cümleler var ruhlarımızın bir kıyısında ve aklın bir olduğu yollar gibi ruhların da kesişiyor ara ara rotaları.
  Ama bi nebze iyi insanlar olduğumuz için ilk yolu seçip Voldemort olamıyoruz, ancak Kafkayı ve söz arkadaşlarını okuyoruz okudukça çoğalıyoruz, dertlerimizi mayalıyor sonra bağırsak bakterileri gibi takibi mümkün olmayan bir hızla çoğaltıyoruz. Ardından bir fazlalık hissi sarıyor dört bir yanı, ruhunuz fazla geliyor, taşıyorsunuz. Bir koku yayılmaya başlıyor o sıra. Kokunuz kalabalığın kokusuna rengine karışıyor. Bi bakmışsınız sizi boğan şeyin bir parçası olmuşsunuz. Birbirini çizen eller gibi bir silgi parçasının sizi kurtarmasını bekliyorsunuz ama çok sonra fark edeceksiniz ki oyunun kuralları gereği silgi bulunmaz diyarlardayız.
  O zaman n'apalım? En güzeli okumaya devam edelim. Kafka okuyalım düzenli olarak. Burnumuzdaki koku almaçları da yorulup kokuyu alamayacaktır(!) nasıl olsa bir süre sonra.

Bir kış gecesi rüyasında çözersiniz belki bu meseleleri ümidiyle ve ümit de fakirin ekmeği olduğu için bi yandan da saatin ilerlemesinden ötürü iyi geceler cümleten.

25 Kasım 2014 Salı

Bir Küçük Çocuğa.



 Bir küçük yaramaz çocuğun işleri bunlar
 Bu dağınıklık
       bir daha toplanamazmışçasına
 Bu endişe,
       bir oyun bitince ikincisi ne olacak acaba?
 Bu çizdiği resimler duvarlara
      gittiğinde onu hatırlatacak galiba

 Bir küçük vefasız çocuğun işleri bunlar
 Bu hazırlık,
      tek yön yolculuk varmışçasına?...
 Hayırdır küçüğüm
      dağıtıp gitmek de nerden çıktı?!
      oysa annen görse kızardı.

 Bir küçük büyük çocuğun işleri bunlar
 Bu adam kisvesi
      saklamak için Aşil'in topuğunu

 Bir küçük küçücük çocuğun işleri bunlar
 Bu büyük binaların arasında bulunamazmışçasına...

 Çünkü eskilerini eskilere emanet bırakmış
 Oyuncak arabasına atlayıp terk-i diyar eylemiş
  Su döken olmasın diye de
  Herkesler bi'habermiş...
  Sessizce gitmiş.
  Esasında varlığıyla yokluğu anlaşılmayan
     "Bir yaz meltemi"ymiş.
      Bir yokmuş, bir daha yok olmuş...
     
  Sonra görenler olmuş
  Bir küçük haylazın işleri bunlar
  Heybesinde üç elma varmış.
  Kaçmış.

14 Kasım 2014 Cuma

Herkes aylaktır biraz.

Nicedir okumak istediğim satırlarla tanışma faslını geçtik demleniyoruz şu sıralar...
Yaşadıkça anlatırım ama birazını dökme vakti şimdi.
Aslında çok daha önceden tanışıktık da üçüncü kişiden bilirdim onu...
Başka bir aylaktan dinlemiştim hikayeyi.
Ama insan olan biteni kendi zihniyle ikrar etmek istiyor. Diğer türlüsü yaratılışa ters.
Derken işte biz de kavuştuk herkes gibi ve herkes gibi ayrı düştük.
Çünkü beklediğimi buldum. Söyledikleri zaten çok tanıdıktı. Sanki kendimi ifade edememişim de bir başkası onları söz kalıbına geçirip kitap niyetine elime vermişti.
Ama yıkıldım bir yandan da çünkü bu aylak adam çok cesurdu. Bizim kendi korkaklığımızı yüzümüze vuracak kadar.
Öte yandan bunda garipsenecek pek bir şey yok aslında. Çoğu insan aylak doğar, ama sonra dünyaya kafa tutmak ağır gelir. Kimse Atlas olabileceğine inanmaz derken zihinlerin bir köşesinde sandığa kaldırılır aylaklık...
Daha karmaşık düşünceler var beynimde ama şu an onlara söz giydirmek için çok uygun bir zaman değil. Yine de hiçbir şey söylemeden geçirseydim bugünü belki de kızardı bana B.
 Oysaki kızması için bulması gerekmez mi önce beni?
  Ya da aradığımızı gizlemeli miyiz, dünyanın geri kalanına öğrettiği gibi?


13 Kasım 2014 Perşembe

Derviş Yalnızlığı

  Kimi zaman kavgalı olsak da dönmeyi en sevdiğim yerdeyim. Dışarda, bir küçük kız çocuğunun koşarken çıkardığı ayak sesleri misali pat pat bir yağmur... İçimdeki huzur, kaçtığım korkularla kendi sahamda yüzleşebilmenin verdiği özgüvenden geliyor kanımca. 'Her şey normal, aynı' masalıyla avutuyorum kendimi. Bilinmeyen bir sokakta, bilinmeyen bir yalnızlıkta gafil avlanmamak için. Güçlü ve hazırlıklı olmak gerekiyor; çünkü hayat zeki olmayı zaruri hale getiriyor. Önlü arkalı düşünmediğiniz tek zaman dilimi konuşmaya başlayana kadar geçen bebek kokulu yıllar. Bir kere ağzınız açıldı mı oyun başlıyor. Hiçbir hamleniz es geçilmiyor, hepsi birikiyor bir köşede sizin unutmanızı beklercesine. Ama öyle anlar geliyor ki kendinizi dahi unutacak oluyorsunuz halbuki bu geçici hafıza kaybınızı fark etseniz belki de en çok siz yıkılacaksınız. Yıllarca inşa ettiğiniz kendinizde, bi dolu çatlak olduğunu görecek ve paniğe kapılacaksınız. Aslında düşününce korkacak bir şey yok zira güçlü olmamızın gerekmesi hali hazırda zaten zayıf ve defolu olmamızdan kaynaklanıyor. Yani yanlış yapma hakkına sahibiz ve yanlış yapmamamız gerekiyor. Bu çelişkide bir şeylere anlamlar yüklemeye çalışıyoruz var olan anlamları bile kulak ardı ederek kimi zaman...
  Ama unutulmaması gereken şudur belki de;
Dünya büyük.
Kaybolmamıza yetecek kadar.
Ve yeterince küçük dünya.
Yeniden kendimizi bulacak kadar.

Şimdi içime doğru çıktığım yürüyüşten dönme vakti. Diyorum ya insan bazen alıp başını gitmeli. Metropol yalnızlığından derviş yalnızlığına sığınmalı. Ve düşünmeli ''kendine ne yaptığını?'', güncellemeli düşünce labirentinin taşlarını.

Aradığım cevapları bulmuş olmanın huzuru ile bunları uygulayabilme kaygısı arasında orta şeker bir veda vakti.

Sağlıcakla kalın.

28 Ekim 2014 Salı

Bu İşin Sonu Yok Sevgilim! Bang Bang!






































 Bir gece yarısı kitap arası -itiraf etmek lazım sabaha devrilmek üzere gece- Ama boş verin siz yelkovanla akrebin kavgasını, kim kime dum duma, hayat onlardan ibaret nasıl olsa!
 Bir kitap geçti yine bu ölümlünün zihninden. Sıcağı sıcağına yazayım derken altını tekrar yakmak zorunda kaldım, hatta bu esnada bi iki yerin fotoğrafını çektim eklerim şuraya birazdan.
 Yazarı bilir misiniz? Başka kitabını okudunuz mu? Veya memnuniyet dereceniz? beni etkilemiyor. Oldukça beğenmiş olmama rağmen üstüne çok bir şey de yazmayacağım. Diyeceğim bir çift kelam:
'' Şayet son birkaç yıldır zıvanadan çıkmışlığın bile adabını bozduğumuz bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorsanız okuyun! Çünkü insanın içinde birikenleri ya bir kitap ya bir şarkı temizliyor -ne kadar olursa- damar tıkanıklığına yol açmadan önce! İzahı olmayan, artık ardı ardına yaşadığınız şoklar yüzünden nutkunuzun tutulduğu durumların sıradanlaştığı şu günlerde dünya tamamen delirdi ve bunun ancak mizahı yapılabilir: KARAMİZAHı '' Adam içinden gelmiş yapmış belli. Samimiyetine sağlık.
***Özellikle kitabın sonlarındaki baba-oğul kısmının, kitabın konseptinden ayrı olarak ciddi manada iddialı olduğunu düşünüyorum. Paylaştığım eklerin çoğu romanda o babanın yazdığı yazıların geçtiği kısımlardan. Afiyet olsun.


 


















Milena'ya Mektuplar- Haddine Düşmeyen Bir İnceleme






































^^Kafka'nın Milena'sına, Milena'nın Kafka'sına selam olsun.


*Bir şarkıda der ki " Eylül... Neden başlangıcıdır hep güzün?" Bir eylülle başlar bu "son"bahar hikayesi de. Rakamlar 1919'u ifade etmeye çalışsa da insanlık zamanından bir zamandır sadece aslolan.
  *Prag'ın sokakları kadar eski, yerleşik bir aileye mensup milliyetçi bir Çekin kızıdır Kafka''nın yazdığı bu mektupların sahibesi; çünkü mektuplar yazıldıkları kaleme değil de gittikleri adrese sarılırlar sıkı sıkı.
  *Milena Jesenká... "Açık fikirli, kültürlü, inandığı konularda ateşli, edebiyata düşkün asil bir kadın" diye tasvir eser yakınları. Bu özellikleri onu, belki de yanlış yerde yanlış zamanda Ernst Pollak ile-ilerde evleneceği adam- tanıştırır. Dış ülke muhabiri olan Pollak tam bir edebiyat düşkünüdür lakin bu konulardaki tartışmalarda başı çekmesine rağmen kendisinin ürettiği pek bir şey yoktur. Milena'nın babası da bu cafe edebiyatçısı muhabir tayfasını kızıyla bir düşünemez. Üstelik kızıyla evlenme planları kuran bu adam aynı zamanda Alman bir Yahudidir. Tüm itirazlarına ve engelleme çabalarına rağmen sonu belli olan hadiseden kaçılamaz ve aralarında on yaş fark bulunan ikili evlenerek Viyana'ya taşınırlar.
  *Hayatın bazı yerlerinde bazı şeyler olmalı ki asıl olana gelindiğinde şartlar tamamen uygun olsun. Bu yüzden şimdiye dek Kafka'dan hiç bahsetmemiş gibi gözüksek de "Milena'ya Mektuplar"dan bahsedebilmek için oyuncuları tanımamız gerekir, hikayenin geri kalanı kendini anlatacaktır zaten.
  *Yeni evli çift için Viyana'da yeni bir hayat başlar ama aslında çift demek çok uygun düşmez buraya; çünkü yine kendi tartışma ortamlarında, başka mekanlarda vaktini geçiren Pollak eşine gereken ilgiyi göstermez, üstelik sıradan bir kadından bahsetmiyoruz. Milena... Taze yetişkin, derin hissiyatlı ve belki de evrenin kasvet diyaloğundan kendisine fazla cümle düşmüş bir kadın... Üstelik yeterli düzeyde olmayan Almancası sebebiyle ne eşinin de yer aldığı edebiyat söyleşilerine katılabilmiş ne de Viyana'daki hayata uyum sağlayabilmiştir. Vaktini evinde her zamanki dostu yazıya sığınarak geçirir. Gazeteler için yazılar yazar, Çekçeye eser çevirileri yapar. Kendi gizemli dünyasında gurbeti ve memleket özlemini de sırtlayan bu kadın kalemiyle bir parça huzur bulur belki kendinden uzak bu şehirde.
  *Yine çeviri yaptığı bu süreçte Kafka'nın eserlerine rastlar ve ona eserlerini Çekçeye çevirmek için izin isteyen bir mektup yazar. Tanışması gereken  bu iki dünya ilk defa bu şekilde konuşmuş olsalar da yakın bir zamanda Prag ziyaretine giden Milena ve Ernst çifti sohbetine geldikleri bir edebiyat ortamında yüz yüze de tanışmış olurlar Franz Kafka ile.
  *O kadar kalabalığın arasında ikisinin de çok yakından tanıdığı bir yalnızlığı paylaştıklarını fark ederler ve  bugün okuduğumuz "Milena'ya Mektuplar" doğma sürecine girer. Kafka bir kadının içinde böyle duygular, düşünceler barındırmasından mı etkilenmişti? Yoksa hayatında ona tanıdık gelen ve yazıya döktüğü kavramlar imgelerden çıkıp bu insanın bedeninde nefes almaya mı başlamıştı? İnsan gibi karmaşık bir varlığının ayrıntılarını bilemeyeceğimiz için bu yazarın saklı bilgisi diyelim ve devam edelim.
  *"İki gün bir gecedir yağan yağmur dindi az önce, belki geçici bir  süre için, olsun, yine de kutlanmaya değer. Ben de size yazarak yapıyorum bunu." duyguların mektuplarla taşındığı uzun bir sürecin ilk satırları bunlar. Kafka'nın ilk cümleleri... İlk cümlesinde de son cümlesi kadar yalınlar aslında. Oldukları gibi oradalar. Kim daha çok boğuluyor? kim arıyor? kim daha baskın? Hepsi görmek istersek orada hatta göremediklerimiz bile...
  *Velhasılı kelam, kendi karanlığında boğulan bir adamın, bir kadının sevgisinin yarısını paylaşmak pahasına da olsa onun karanlığında ortak bir huzur bulmaya çalışması Milena'ya Mektuplar. Okunmalı. İnsanı anlayabileceğimize inandığımız sürece...


25 Ekim 2014 Cumartesi

Aşık ve Ölü
















Bu güzellik, memleketim sendeki
Doğuştan mı geliyor?

Bi ihtimal baban kamet getirirken kulağına
Huzuru mu fısıldadı...

Senin oralarda aşıklar utanır hala
Kalabalık caddelerde sarmaşmaktan
Ya da korktuklarından
Anadan, babadan

Koca pazar poşetleriyle süründüğünüz dolmuşlar
Gece bir sokak arasında uykuda yakalanabilirler zatınıza

Yolda gördüğünüz biri
Üçüncü kuşaktan,beşinci göbekten,
Olmadı üst kattaki
Saniye Teyze'den
Tanıdık çıkar

Ah memleketim bu şefkat sendeki
Hangi anadan yadigar?

Gitseniz de dönseniz
Değişen birkaç çöp konteynırı
Bir iki de afiş olur
Çalışırsa
Milattan sonra
Muhterem kurumlar

Büyüklerle altını üstüne getirirsiniz
Ne düzen kalır, ne adam
Halbuki ne öfkeniz gerçektir, ne de kırgınlık
Eskilerin tarzını benimsersiniz nihayetinde

Gizli bir sözleşmedir bu
O sizi olduğu gibi kabul edecektir siz de onu
O size anılar bahşedecek
Siz de söylenme hakkını elinizde tutacaksınız
İki eski dost olacaksınız
Tavlada yenişemeyen

Araya başkaları girse de
Kimse zar tutmayacak

Başka diyarlarla bir iki el oynasanız da
Hep bir son oyun
Onun için
Saklı kenarda kalacak

Ah memleketim
Bu samimiyet sendeki
Kimin kayıp vasiyeti?


7 Ekim 2014 Salı

Hay bin mr. right aşkına!

Normalde ne kadar şeyi kontrol altına alabiliriz bilmiyorum ama bazı şeyler ciddi manada sizin kontrolünüz dışındadır. Hatta aynı evreni bile paylaşmazsınız... Bu tarz durumları kabullenmek adem ve havva için zordur çünkü içimizdeki "biz insanız mahlukatların en yücesi" duygusunu daha doğrusu egosunu aşmış olmamız gerekir.
 Böyle anlarda "işler istediğimiz gibi gitmeyebilir" diyebilmek kendi içimizdeki insaniyette level atlamak gibidir, gerçeği kabullenmek çoğu filmde bomba bir sahnenin -başrolün içindeki gücü keşfetmeden hemen önceki sahnesi ya da kızla oğlanın yapacak bir şey yok deyip hayatlarına devam edecekleri sırada inanılmaz(!) bir şekilde karşılaştıkları sahne- habercisidir. Gerçek hayatta ise bazı istisnalar dışında işler böyle yürümez(o istisnaları hollywood alıp film yapıyor zaten).
  Eğer doğru yerde doğru zamanda doğru kişiyle değilseniz devam etmeniz gerektiğini bilirsiniz. İçinizde bir yerde bir mucize olacağına duyduğunuz inanç malesef sadece çocukken okuduğunuz masalların yanılsamalarıdır ya da kontrolsüz gelişen hayalgücünüzün. O mucizeye inanıp kendinizi kandırdığınız zamanlar olabilir ama bazen bunların seslerini bile bastırıp gerçeği gözünüze sokan durumlar olur. Öyle vakitlerde yaşadığınız depreme göğüs germelisiniz çünkü hayat bu işte! İlk anın şiddetine dayanmak. Sonra her türlü alışırsınız zaten. Yani kardeşim, hayatı sana gelişiyle kabul et, tarzını dert etme. Bir yerde doğru zaman doğru yer ve doğru hikaye seni bekliyordur herhalde. En azından bir filmde böyle demişti kadının teki. Kimin doğrusuysa bunlar ?! Hay bin mr. right aşkına bu yüzyılın insanları...

2 Ekim 2014 Perşembe

Kağıdın cam olmasını beklemek hissi* Bir his varsa şayet*

  Kağıt bardaktaki çaydan medet umduğunuz zamanlar olur. Öyle ki huzur köşe bucak kaçıyor sanırsınız sizden. Çayın kağıda bulanmış tadında evinizde demlenen ince bellideki tadı ararsınız ama yoktur... Yokluk, varlıktan daha kolay düşer idraka. Kabul etmek ikisinde de kolay değildir oysa.
  Özlem, keder, sevinç değildir hissettiğiniz, bir şey hissettiğinizden bile emin değilsinizdir. Diyorum ya alabildiğine yokluk kaplar dört bucağı. Mevsimler değişmez olur. Zaman yine geçiyordur ama sizin çarkınıza bir şeyler takılmıştır. Yoksa bu saniyelere dolan milenyumluk düşünceler-düşünememeler- mümkün müdür akrep ve yelkovanın hükümdarlığında!.
  Nihayetinde bunlar hep kuru lakırdı, yüreği açıp koyamadıkça ortaya çözülmez bu kördüğüm. Yoksa zaten çözülmesin diye mi bağlamıştır O'nu, eski denizciler?...


26 Eylül 2014 Cuma

Hisset & Sorgula





















* kaçılacak en güzel diyar*

   Kaçmak korkaklıktan kaynaklanmaz her zaman. Yüzleşmeyi hak etmeyen onca şey vardır çevremizde. Hayat boyu bu gereksiz duvarları geçmeye çalışırız. Onlara verdiğimiz önemden değildir bu; aksine, dersin "Bu tüplü televizyonu nasıl kurtarabilirim bu parazitlerden?"
 Gençlik bunu yapabileceğin inancıyla geçip giderken hikayenin sonuna gelenler uyarır diğerlerini.. Ama işte 'herkes kendi hikayesini kendi yazacak illaki'.
  Bu bezginlik veya realizm dozunun fazla kaçtığı bir köşe yazısı değil. Konuyu çok daha başka bi yere çekmek üzereyim.
 Gençlik heyecanı, yaşlılık tecrübesi gibi kalıplar da birer kalıp nihayetinde. Genellemelere o kadar bağlanmışız ki, belli bir mantalitede yaşamak o kadar kolayımıza geliyor ki... Hangi sistem yaptı bize bunu? Biz mi yaptık kendimize yoksa? Kuralları, başı ve sonu belli olan oyunu oynamak daha kolayımıza geldi belki de..
  Halbuki emin olmamız gereken tek şey hissettiklerimiz, samimiyetimiz. Gerisi kuru üstü pilav hakikaten! Yarın ne olacağının garantisini ios 8 de bile bulamazsınız. O zaman ne bu bilmişlikler?! Bırakmak gerek kendinden emin maskelerini.. Bizbize yaşıyoruz şu birkaç parsellik dünyada; kimi kandırıyoruz Allah aşkına?! Ne Sen bilirsin ne Ben.. Kuru şüphelecilik değil gelinecek yer.. Hisset ve sorgula.. Geri kalanları yaşarken öğreneceğiz nasıl olsa...

9 Eylül 2014 Salı

Teoride Ölüm

İnsan hayatını illaki belli bi esas üzerine oturtmaya çalışıyoruz lakin bu pek de mümkün değil esasında. İnsan deyince sürekli değişen ve hiç değişmeyen ters örgü Norveçli Balıkçı Kazağı çıkıyor karşımıza. Genellemeler istisnalara bulanmış, istisnalar başka genellemelerle flört ediyor. İnsansa düşünüp duruyor. Buraya kadar bi sıkıntı yok aslında hayat işte deyip devam edebiliyorsun. Sonra herkes için belki de tek ortak payda beliriyor: Ölüm.
Varlığın ya da yokluğun - isim kalıplarını dışarı atalım - birliğe kavuştuğu tek mevzu. Eleman atlanmıyor, torpil geçilmiyor, giden dönmüyor... Yani her şey ölümden geliyor esasında, dünyaya hayatı bahşeden hayat değil ölüm! Ölüm olmasaydı yaşam da olmazdı evlat! Bu beş harfi bi yana bırakalım ifade ettiği şeylere odaklanalım. Her şeyin zıddıyla var olduğu argümanı kendi kendini ispatlıyor sahnenin ortasında, gözlerimizin içine baka baka. Ölümle yaşadığımızı fark ediyoruz buna 'hayat' ismini veriyoruz. Bu ikilemden tarih öncesi ve sonrası çağları, bilimi, edebiyatı, duyguları, medeniyeti türetiyoruz. Halbuki anahtar ölümde, geçen zamanı ve zamanın dolduğunu kafamıza vuran, vurduğu yerden anlam üzerine anlam doğuran kelam.. Ölüm yaşamı doğuruyor. Zaman kundaklıyor bebeği. Ölüm-Yaşam-Zaman teslisi. Nerede insan?


2 Eylül 2014 Salı

Gittikçe kısalan yollar, hiçbiri yeterince uzun değil...

 

     Tek başına yapılan yolculuklar en iyi inziva bölmeleri aslında... Kafanızın içindeki, işlek bir cadde kalabalığında koşuşan insanlar misali düşünceler, yollar üzerlerinden akıp geçtikçe yola geliyor, nihayet yol oluyor bir noktada.. Az biraz daha zaman geçecek kadar şanslıysanız siz de yol oluyorsunuz. Benliğiniz üstte bulutlara altta asfalta karışıyor. Bir kaç saat önce nelerin kafanızı kurcaladığını unutmaya başlıyorsunuz. Bulanıklaşıyor dünya. Ve bulandıkça netleşiyor aslında.. Hassasiyetle alakası olmayan detaylarda ördüğümüz sahte dünya sökülmeye başlıyor. Filmin asıl kısmı daha yeni başlıyor gibi hissediyorsunuz. O hep aradığınız Ana fikire gebeymiş gibi hazırlanıyor etraf. Nihayet bi anlamı varsa hayatın, onu bulmanın eşiğinde gibi hissediyorsunuz ve The End. O anlama kavuşamadan yine, yol bitiyor. Bir dahakine daha uzun bir yola çıkmalıyım diye not düşüyorsunuz kendinize. Ve sonraya bırakılan o yolculuk hiç tamamlanmıyor. Hikaye hep bir parça eksik. Gökyüzü... ciğerlerimize doluyor*

12 Ağustos 2014 Salı

anekdotlar

*12 Ağustos 2014

*Perseid Meteor Yağmuru vardı. Kalıntıları birkaç gün daha devam edebilir. İlgilileri burdan alalım.

*Bugün bir arkadaşımın çalıştığı radyoya gittim.

*Yayın yaptık beraber, biraz kafamıza göre takıldık. Ama her zaman mum gibi olmamak lazım değil mi.

*Sonra eski bi arkadaşı Güney Kore'den ailesiyle bizi dinlemeye başladı. (İnternet denen meredin artıları vol.1)

*Saat farkından dolayı vakit geç oldu deyip yatmaya gitmeden önce babası bizlere Kore Savaşı'ndaki yardımlarımızdan ötürü teşekkür etti.

Ve olay benim için burada koptu. Okyanus veya kıtalar varken arada, yıllar öncesinde başka insanların yaptığı fedakarlık ve iyiliğin teşekkürünü biz alıyoruz. Ülkemiz ve ecdadımız adına. Unutulmayan eskide kalmayan bazı şeyler var diye bağırıyor resmen Koreli amcamın teşekkürü. İnsanlığı barındırıyor her hecesinde..

Gururlanıyor, insan iyiliğin hala anlamını yitirmediğini görünce umuda kesiyor her yanı...

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Lucy.



































Felsefi anlamda çok güzel noktalara bastığı halde buraların üzerinden gitmemesi filmde eksik bulduğum nokta olsa da uzun zamandır sinemaya gidememişken böyle bi aksiyon damardan adrenalin gibi geldi güzel oldu.

Buraya da sert ama yerinde olduğunu düşündüğüm bir eleştiri yazısıyla nazar boncuğu koyuyorum(nazar boncuğu loading)

Yine de bana sorarsanız tüm bu eleştirelere rağmen pişman olmayacağınız bir film, gidin izleyin derim.

Favori repliklerimden bi tanesi
Lucy: Zaman, en geçerli ölçü birimidir.

Her şey bir hipotez de olsa düşünün bi bakalım.

Bi cazip kitap çekilişi.











Okumak için aklınıza not düştüğünüz bir iki kitaba mutlaka rastlayacağınız bu çekiliş, kitap düşkünleri için birebir.

bazenoyleolur’dan kitapzen.com sponsorluğundaki kitap çekilişine katılabilirsiniz. Katılım için; ( burdan buyrun )

Çekilişte yer alan akla not düşülen kitaplar,


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Yükte hafif pahada da gayet müspet ama iç dünyaya huzur veren işaretler*

Hayatın akışında giderkene karşınıza çıkan küçük şeyler olur. Eğer dikkatli kimselerdenseniz kurtuluştasınız demektir. Bi dal da Pollyanna ile artık hazırsınız. Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmişsiniz.

Şu sıralar karşımıza çıkanları dökelim bakalım eteğimizden :)







































Şu meşhur magnetler. Bunu görene kadar beni vuramamıştı hiçbiri. Ama ne demiş biber ''Never say never, bro''







































Ah Nazım'ın Vera'sı benim de Vespa'm. Onlar kavuşmuş ama ben kavuşur muyum bilemiyorum. Yine de evren, onun da bana karşı boş olmadığını bu defteri karşıma çıkartarak göstermiş oldu bence. Çünkü insan ne olursa olsun umut etmeye devam eder. (Yanındaki kalem de çoğu kırtasiyede bulabileceğiniz değişik ölçülerde seçenekleri mevcut olan güzel bi kalemdir, iş görür yani, tavsiye.)



















Ve gelelim OtDergi'nin ağustos sayısına ondan da birkaç işaret topladım. Zaten genel olarak, özel olarak gibi falan feşmekan şeylere girmiyorum. Okuyun kendinizi bulun, sonra arada sevmediğiniz şeyler olsa da olmasa da tiryakiyim der, gelirsiniz kapıya.









































































































































































































































Üstteki de NATAMA'dan nazar boncuğu.



















Ve bu Bebülük'ten yüreğine sağlık arkadaşım...

Bu sefer baya birikmiş haydin hayrını görün selametle*



30 Temmuz 2014 Çarşamba

Bir Çift Toprak


































Bayramın son demlerindeyken şu bayram süresi zarfında aklımda birikenleri yazmak istiyorum. Aslına bakarsanız dolu dolu ve farklı bakışların dokunduğu bir yazı var kafamda, ama bunu buraya ne kadar aktarabilirim bilemiyorum.
Bu bayram okumak için yanımda bana eşlik eden zat-ı muhterem Sunay AKIN-Bir Çift Ayakkabı.
Sunay Akın'ı bilenler bilir; araştıran, hayatı ayrıntılarda bulup çıkaran bir gezgin, koleksiyoncu.Şuraya da buyrun mesela http://www.istanbuloyuncakmuzesi.com/ . Okumak, sormak soruşturmak, Sunay Akın'ı şu şekilde tarif edebilirim sanırım: ''Hayatın bir yapboz olduğunu keşfetmiş parçaları birleştirme gayretinde.''
Bir tema etrafında dönen küçük denemeler birçok anekdot barındırıyor içlerinde ve okuduktan sonra fak ediyorsunuz, görmek isteyen için ne kadar çok işaret var. Ve ne hikayeler saklı dört bir yanımızda. Oysaki habersiz ölüp gittiğimiz şeyler örmüş hayatımızın dantelasını.
Her bir kitabında farklı bir tema gibi gelse de, satır aralarında kendinizi buldukça her zamanki gibi değişmez temanın ''insan'' olduğunu göreceksiniz.
Ve bu bayram gezerken ben de bir Sunay Akın kitabı yazıyor gibi hissettim kendimi. Bakmadığım ayrıntıları yakaladıkça, yanına oturduğum teyzenin yıllar öncesine dair anlattığı bir hikayenin bugüne etkisine tanık oldukça, memleket bahislerinde geçen toprağı tv ekranının arkasından değil de ayaklarımla tanıdıkça, doğru yerlere bakmayı becerdikçe ne hikayeler çıktı. Bu toprak ne zengin de haberimiz yok. Şarkımıza koyuyoruz, haber yapıyoruz, siyasetle kirletiyoruz ama kulağımızı ona uzatıp bir kez de onu dinlemiyoruz. Ya da bazı bazı nadiren öyle cengaverler çıkıyor... O da çelik gibi bir irade istiyor esasında. Çünkü zenginlik öyle büyük ki iyisiyle kötüsüyle fışkırıyor gerçekler... Duymak istediklerin, istemediklerin; yüzleşmekten korktukların korkmadıkların... Sana açıyor halini anadan üryan. Bütün izm'ler halt yiyor karşısında, hala temiz kalmış bir parça gökyüzü altında öğretiyor büyük usta. Yine topraktan öğreniyoruz ne varsa. Toprağın insanı açıyor gözümü. Gidip bir köyün taşlı toprağını ıslah etmekten gelen, öğlen sıcağının kararttığı yüzünde yıllar okunan amcamla konuşmadan demek istediklerimi anlayamazsınız. Sadece belli bir konudan bahsettiğimi, bu yazıyla bitecek bir olguyu anlattığımı sanarsınız. Oysa bu büyük bir yanılgı dostlar. Toprağın ve onun insanının anlattığı hikaye o kadar kadim ki... Ve o kadar merkezde...
Umarım bir gün hep beraber ona kulak vermeyi öğrenebiliriz. Ve asıl kısma gelmek yerine her daim orada olduğumuzu kavrarız. Ayrıntıda gizli olan iblis değil bu dünyada, zamana prangalayıp kontrol altına aldığımızı sanarken geçip giden hayat!

Bir amcam dedi ki bu köy seyahatnameme;
''Bak kızım ben köylüyüm. Böyle doğdum böyle öleceğim. Şikayetçi de değilim. Ama Karun kadar zengin de olsam köylüyüm ya hep üçüncü sınıfım. İnkar etme boşuna. Gerçek bu. Bu devirde etiket paradan daha kıymetli, para her kapıyı açar lakin saygıyı satın alamaz.Sen oku, okuyan adamdan zarar gelmez. Ama gerçek manasıyla oku. Okumak yaşamaktır. Aksi takdirde yıkar geçersin farkına bile varmazsın. Çünkü okumamış ezber yapmışsındır.''

Sizce hepimizden daha birinci sınıf değil mi bu eli öpülesi amcam?


Bağrımıza bir şarkı koymadan olmaz.

Bir de kitaptan bir alıntı:
''İstanbul, Avrupa'nın birçok köşesini gezmiş olan tek dünya kentidir!''

Nasılı, niçini için buyrun kitabı okuyalım*
Yanına bi akşam serinliği de katmayı ihmal etmeyin.




24 Temmuz 2014 Perşembe

Mevzu parlak: ORİON



Gökyüzüne, yıldızlara ayrı bi muhabbet duyduğumu fark etmişsinizdir belki. Tersi durum da sıkıntı değil tabi.
Yalnız içlerinde Orion bir başkadır. Kendi hikayesi, mitolojideki yeri felan feşmekan onları buraya yazmayacağım işin ansiklopedi kısmı orası. İlla diyenler için buyrun viki amca linki http://tr.wikipedia.org/wiki/Orion_(mitoloji) http://tr.wikipedia.org/wiki/Orion_(tak%C4%B1my%C4%B1ld%C4%B1z)

Meseleye devam edecek olursak Orion gökyüzünün en parlak takımyıldızlarından oluştuğu ve dünyamızdan rahatlıkla gözlemlenebildiği için bi nevi zifiri gecelerin umut ışığıdır diyebiliriz. Gökyüzü dehşetengiz ölçüde kapalı değilse muhakkak onu görebilirsiniz.
Anlattıklarım olayı felsefi boyuta taşımış gibi gözükse de aslında görebildiğimiz en parlak takımyıldız olarak Orion, bizlere umudu, gücü, inancı telkin ediyor. Gökyüzünün verdiği sonsuzluk hissi en kasvetli anlarımda içimdeki inancı tazelememi, gerçek meseleyi idrak etmemi sağlar. Orion da onun sağ koludur işte. Öğretmenin yanındaki sınıf başkanı vs.
''Sizin hayatınızda böyle bir Orion var mıdır? Buna ihtiyaç duyar mısınız?'' bilemem ama bazen bir yıldızın arkadaşlığı çok iyi gider tavsiye ederim.

Ve kafamıza uygun bir şarkıyla bitirelim.

20 Temmuz 2014 Pazar

Gökyüzüne günah çıkarmak...


































   Bizden çok daha kıdemli... Çok daha tecrübeli... İlk günden beri orada milyarlarca tanık... Hani tüm hallerinizi bilen biri olur ya hayatınızda (kiminin annesi, kiminin arkadaşı, kiminin köpeği, çiçeği...) onun yanında anadan üryandır ruhunuz. Katıksız sizsinizdir ve utandığınız, kızdığınız, ona göstermek istemediğiniz yönleriniz olduğunda bile gider yine onda teselli ararsınız.. Yine içinizi ona dökersiniz. ''Battı balık epey yol alabilir hala'' psikolojisidir belki bilemiyorum...
   Bu sebeptendir ki çıkardı günahlarını küçük-büyük-ince-şişman-uzun-kısa prens...
   Gökyüzünün sinesine...

18 Temmuz 2014 Cuma

Bayram geliyor diyemeyeceğim sana çocuğum!


































Vicdanımı sorguluyorum ne kadarı gerçek ne kadarı sahte?
İnsanlığıma gelemiyorum bile.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Summer of YES! - Jason Mraz

Bugün pek bi çalalım söyleyelim havamdayım. Dolmuşa bindim. Şoför abimiz  pek bi neşeli. Diyor ki bana ''tek kişi misin?! dolduramadık bi türlü bugün şu dolmuşu'' Yok abi dedim sonraki durak kalabalık, ben yer bulmak için önceki durağa geldim.'' ''Hadi ya şaka yapma nere dolu oluyor bu sıcakta..''dedi, bir yandan da keyfi yerine geldi bi gülmeler falan. Sonraki durakta doldurduk sayılır bizim külüstürü. Abim hala bağırıyor dolmuşun yanından yürüyen babannem yaşındaki kadına ''Gel kız binsene şu arabaya sıcakta yürünür mü!?''... Bazıları bu abimizin hareketlerini laubali bulur, yalnız samimiyetimizi kaybettiğimiz şu devirde öpüp başımıza koyulası tavırlar aslında :) Neyse bi 20 dakikam bu CMYLMZ'a şapka çıkarttıran abimiz sayesinde pek bi keyifli geçti. Sonra eve geldim mayısta çıkmış olup gözden kaçırdığım bir albüme rast geldim, halbuki çok severim Jason Mraz kulunu. Geç oldu ama güç olmasın diyerek huzurlarınıza getiriyorum bir iki şarkısını ama siz hepsini dinleyin derim*


Şarkı söylerken kendini katışı alır götürür adamın kafasını.




















Kendime not: Yeni hedefim bu albüm!



































Bu Love Someone. Seçtiğim pokemon.



İyi dinlemeler :)

Peyk.

Bir grubu ağırlayacağım bugün. Tanıyanlar muhabbete geçsin, tanımayanlar kaynaşsın diye.



 Eski bir grupmuş ama piyasa olayına girmeleri zaman almış. Zaten ne cevherler var dünyada da üstlerini kapatmak için çabalıyoruz. Kaşınıyoruz bildiğin.
Neyse ki yazmaya, çizmeye, söylemeye devam ediyorlar.
Bir yerlerde.
Güzel insanlar.

15 Temmuz 2014 Salı

Bir Yaz Gecesi Kolajı

Beklenen misafir geldi. Kolaj desem değil aslında ama işte kafama göre takıldım her zamanki gibi. Yaza, gidilecek güzel yerlere, okunacak güzel kitaplara dair, yere ve göğe, insana ve doğaya dair bir şeyler olsun istedim.

Birkaç fotoğraf daha eklemek niyetindeyim. Mesela bi kuple İzmir...


Sonra dolunay ve fotoğraf makinemin işbirliğinden çıkan balıkçı kuşu (Ağzında balık da var dikkat ederseniz.)...


Son olarak da hangi projede kullansam bilemediğim hediye gelen pullarım. Daha önce ayraç yapmıştım şimdi yeni fikirlere ihtiyaç var.


Müzikle bitirelim bugünkü yayını da. (Güzel parça taze taze dinleyin derim.)






14 Temmuz 2014 Pazartesi

Coming soon...


Yeni bir şeyler peşindeyim bekleyip görelim ;)


































Bu da öyle, maksat yeşillik olsun. Greetings from Bruno M.




500 Days of Summer

Böyle filmlerin yeri başkadır benim için. İnsanla dalavere havasına girmez. Bi mesele varsa çatır çatır söyler. Ne toz pembedir ne de ajitasyon yapar. HAYAT gibidir işte. Bu yüzden sevilesidir.

Tom'la tanışmanızı ve Summerizm denen olayı keşfetmenizi tavsiye ederim.


























Ve uzun süredir dinlemediğim ama çok sevdiğim bir şarkıyı da filmde duyunca tabi etkilenmemek mümkün olmuyor.

Ayrıca film kadar müzikleri de çok ses getirmiştir. ''Bu noktanın üstünde önemle durur, Smiths'den Regina Spektor'a kadar hepsini dinlemenizi tavsiye ederim''den daha öte bir şey bu, dinleyin hissedeceksiniz.

11 Temmuz 2014 Cuma

Kayışlara Veda*

Kayışları koparttığım bir gece.
Çünkü savaş desem savaşların utanacağı katliamlarda ölen çocuk resimleri var tüm sitelerde.
Ülkede ayrı bir karanlık gece, çok ama çok uzaktaki bir aydınlığa gebe.
Dünyanın hissedebildiği tek şey çılgınlık.

''Yörüngesinde!'' kağıdı çıkarsa da NASA
Çoktan savrulduk bir bilinmeyenin içine...

Güneş doğsa da her gün
Çekti ışığını kalplerimizden.

Bir yeis girdabı değil bu
Boğulacağımızı haykıran
Nefes aldığı her an devam edecek insan

İyiler, kötüler, masallar, karabasanlar
Yediği kaba pisleyenler, üçkağıda tükürürken dolapçıbaşı olanlar
Gri gerçeklerin dünyasında beyaz ve siyah rüyalar görenler
Hangi eller? Hangi cepler?
Nerede? Kiminleler?
Ahlar vahlar
Yatlar katlar
Yoklar varlar
Varlar.
Hala bir yerlerde
Güzel insanlar.

Son pin devrilene kadar devam edecek mücadele
Hatta kalkacak düşenler de

Oynasalar da ekmeğimizle
Bir parça saklamış anamız bohçasında

Bu yüzden Ey ahali!

Bağrımıza şarkılar basacağız.
Ancak onlar tazeleyecek umudumuzu.





Bağrınıza basmalık*






7 Temmuz 2014 Pazartesi

Hayalleri yerine korkularını koymuş ''iki ayaklılar''...

''Elalemin ağzı torba değil ki büzesin!''deki elalem, aslında incelenmeyi hak eden bir grup. Hayatınızın normal akışında varlıklarından bi' haber olduğunuz bu grup, kendiniz hakkında önemli bir karar alma arefesinde aniden ortaya çıkarlar. Piyasadaki tüm istatistiksel bilgilere sahip, felaket senaryolarının hepsini bilen özünde iyi kimselerdir çoğu. Lakin eğer vermeye niyetlendiğiniz karar, düzenden 1' dahi sapıyorsa bu ''emekli esnaf-memur'' loncasının dikkatlerini üzerinize çekmişsiniz demektir. Art niyetleri yoktur; dedim ya çoğu özünde iyi insandır. Ama o özlerinde bir de KORKUları vardır. Gerçekleşmeyen hayallerin, kurulmayan düzenlerin, iki yakası biraraya gelmeyen hesapların yetiştirdiği korkular... Siz risk aldığınızda kendilerine yeni biri katılıyor gözüyle bakarlar. Çünkü hayat onların karşısına hep riskte kaybeden seçenekleri çıkartmıştır ve kendi tecrübelerine bakarak sizi bu mel'un sondan korumak isterler. Ama alınacak tedbir bu noktada değildir. Asıl riske, hayallerinize %100 inanmadığınız için girersiniz. Bu iyi insanların çoğunu bu sona götüren de hayat şartlarından ziyade bu romantik sebeptir. Bazı anlarda insan tüm hayatı için gereken cesaretten daha fazlasına ihtiyaç duyar. Eğer milyonlarca örneğin aksine siz o anda o cesareti gösterebilirseniz sonucu ne olursa olsun o riski almak anlam kazanacaktır. Hatta karşınıza geçmiş size laf anlatmaya çalışan loncanın büyükleri dahi size, cesaretinize saygı duymaya başlarlar ve kendi korkularını bir an için unutup sizin, onların makus talihini nihayete ulaştıracak o efsanedeki kahraman olmanız için dua ederler. Ve siz hiçbir şey olamasanız bile hayalleri yerine korkularını koymuş bu iki ayaklılara, tekrar bir parça hayal enjekte ettiğiniz için tarifi mümkün olmayan lügatlara aykırı bir duygunun hazzını tadarsınız. Gözlerde beş dakikalığına olsa silinen korkular ve ''belki de o yapar'' ifadesinin yerleşmesi kadar insana şevk veren bir şey yoktur kanımca. Ya da belki bir de gökyüzü o kadar.

6 Temmuz 2014 Pazar

Akşamüstü Gezentisi

Akşamüstleri güneşin bir turunculuğu olur her varlığın atomlarına kadar sinen...Bir merhamet hissi uyanır doğada, öğlenin sıcağından kalma bir mahmurluk göz kapaklarında... Derken çayın yeni çıkan deminin turuncusunda bir muhabbet kaplar her yeri. Ağacı, kuşu, kedisi, insanı konuşur sessizlikle. Severim bu huzuru. Yine böyle bir akşamüstünün peşine takılmış giderken oturdum bir banka. Resim çizerken teknik sahibi biri olabilmenin püf noktası kalıplardan kurtulup gördüğünü çizebilmekmiş. Aklımca bunu yapacağım ve bence kesinlikle kolay bir olay(!). İşte insan büyük konuşmamalı hiçbir zaman ;) Derken gördüğümü çizmeye çalışırken zaman geçiverdi. Yaprakları bile bitiremedim. Yine de çizmenin, açık havanın verdiği huzur bambaşka. O yüzden bir daha diyorum: ''Bazen çekip gidin. Sonra dönersiniz belki.''.



Ağacı severiz*
 ''Şarkılarımızda, şiirlerimizde, sazımızda sözümüzde, kavgada, ölümde hayatın ve kültürümüzün her yerindeyken ağacın kıymetini bilelim.''




Yılda bir kere çıldırır ağaçlar sevincinden
Rabbim ne güzel çıldırır.
Yılda bir kere uzatır avuçlarını yaprak;
Sevincinden titreyerek.
Yılda bir kere kendini verir toprak
Yılda bir kere yarılır bahçeler hazdan
Rabbim ne güzel yarılır.
Biz de bir kere sevinebilseydik
Çiçek açmış ağaçlar gibi çıldırasıya.
Kim bilir belki bir gün sulh olunca
Biz de deliler gibi seviniriz,
Ağaçları ve baharı taklit ederiz
Renkli bez parçalarıyla donatırız şehri
Renkli ampuller asarız pencerelerden
Kim bilir belki bir gün sulh olunca
Biz de çatır çatır çatlarız binbir yerimizden
AĞAÇLAR GİBİ.

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU