31 Aralık 2015 Perşembe

Çıkılmayan Oda

Kapanan bakkal defterleri, ödeme günü gelen vergiler ve bilumum nihai son gibi, bir seneye atfettiğimiz gün sayısını da doldurduk. Bunun dışında, sürece milenyum olarak bakarsak aslında bir günden diğerine geçmek, kulağınızı kaşımak kadar bile bir öneme sahip değil; bu yüzdendir ki, olduğundan fazla anlam vermeyi veya sahip olduğu anlamı inatla inkar etmeyi saçma bulurum. Bir gün, milenyum olarak bakıldığında limitte sıfıra yaklaşan bir değer alırken, tek başına ele alındığında bir edebiyat eserine* ilham olacak derecede mühim bir bütünlük ve yoğunluk sergiler. Ama burada mesele nereden baktığınız değil... Seneyi bitirip diğerine başlamak tamamen bizim kurduğumuz sistemin bir implikasyonu, olsun varsın, insanız, umut edecek ve yenilenecek sebeplere ihtiyaç duyuyoruz; varsın sebebimiz yılı tamamlayabilmiş olmanın haklı gururu olsun.
Aslında yeni sene muhabbeti sırasında yazılan onca yeni yıl yazısı bana, yaşlanan kişilerin kendi gençliklerine yazdıkları açık mektuplar kadar malayani geliyor. Pek tabii ki bu benim fikrimce böyle, sonuçta siz onları çok samimi bulup ilgi ile takip edebilirsiniz; ama düşününce sene bir günde biter mi güzel kardeşlerim?
Mesela 2015. Bitti mi sizce?
Takvimlerde 5'in yerini 6'nın alması neyi değiştirir? Yani uzay zamandaki ilerleyiş dışında, GERÇEKTEN neyi değiştirir?
2015 bitiş yazısı yazmak değil niyetim, sanırım anlamışsınızdır bundan pek hoşlanmam da... Herkes kendi muhasebesini gövde gösterisine dönüştürmeden içinde yaşarsa gerçekten iyileştirici bir etkisi olabilir ruhlarımız için. Diğer türlü yerine getirilmesi adetten olan bir gelenekten ibaret olarak kalır. Ben de o yüzden eski yıl vs yeni yıl round'u düzenlemeyeceğim. Aslında zaten demek istediğim de tam olarak bu! İstesem de düzenleyemem çünkü güzel kardeşlerim, öyle takvim değiştirmekle 2015 gibi bir yıldan çıkılmaz. Çıkılmayan bir yılla da gerçek mânâda gelmemiş bir yeni yıl kıyaslanamaz. Ama napılır mesela?  Yani napabiliriz? 2015'i geçmek yerine, içine oturabiliriz. Oturup etrafımızdaki kan gölündeki yansımalarımızı seyredebiliriz. Ne vakit seyretmekten yorulur da gölü besleyen kaynakları kurutmak isteriz, işte o vakit isterseniz yeni milenyuma bile girebiliriz. Ama zor kardeşlerim, 2015'ten öyle usulcacık çıkamayacağız. Etrafta bu kadar hayalet hüzünle dolaşırken Güneş'in keyifle üstümüze doğduğunu düşünmeyin sakın! Rehavete kapılmayın, kan gölünün kaynağını kurutmamız lazım. Çünkü kuru kuruya umut etmek iyileşmek istemeyen bir pollyanna doğurur yalnızca... O kadar işte. Ne dediysem ve siz ne anladıysanız o kadarız.
 Sağlıcakla kalın.

29 Aralık 2015 Salı

Sönmüş Kirecin Kıskandığı Kişi

Yorma beni.
Dayanabilirim ama endişeliyim.
Bir gün daha bunu sürdürmek istemezsem diye.
O gün geldiğinde
Önce seni mi yoksa kendimi mi
Vururum bilemem.
Düşen bir çocuğun ağzından çıkan ilk kelime
Elimdeki kartın yasaklarında.
Söylemem bu yüzden
Düştüğüm gibi kalkarım.
Ama ya bir gün kalkmak istemezsem
Diye küçük bir dut kurtçuğu çiğner yüreğimi.
Halbuki saçımın teline gelecek zarara
Kainatı bile yakardın değil mi
Öyle ve değil.
O kadar sönmüşsün ki
Kireç bile halt etmiş yanında
Dünyanın en iyi betonları hayran sana
Kalbin taştan diye değil,
Çünkü kalbin taştan değil.
Bu filmlerdekinden daha dramatik bir temel
Beni bilmediğim uçurumlardan
Yuvarlanmak ister hale getirir,
Bi çok yaftanın malzemesi olmaya gönüllü gönderir.
En büyük meseleleri susarken
Diğerlerini avazım çıktığı kadar
Bağırırken bulurum kendimi.

Dünyanın en iyi betonları hayran sana,
Cehennem kadar sıcak yüreklerimizin üzerine
İkimizin de sonu demek olduğunu bile bile
Bile bile ve bile isteye,
Akmayı seçtiğin için tüm sönmüşlüğünle.

Dünyanın en iyi betonları hayran sana.
Bense her an lanet okuyorum kendini söndürüşüne
Beni söndürüşüne
Lanet okumaktan tiksindiğim halde...
Ki bu bile
Aynı sönmüşlüğün
Maskarası haline geldiğimin bir nişanesi
Kireç tutmuş ellerin dert görmesin.
Bak ve hatırla.

Son damlamı sana kaldıracağım
Sözüm olsun.

22 Aralık 2015 Salı

Ayaza Serzeniş

Dışarıda ayaz var.
Durun, bu cümleyi hemen geçmeyelim.
Çünkü tüm duyarsızlıklarımız, kanıksamalarımız ve umarsızlığımız, bazı şeyleri hemen geçerken doğup büyüdüler.
Evet, dışarıda ayaz var. Biraz da sis var, severseniz.
Hiç sis yediniz mi?
Yağmur damlasını ağır çekimde tatmak gibi bir şey.
Nispeten güzel, kısmen ürpertici.
Dışarıda ayaz var. Ve uyuyan kuşlar.
Hiç uyuyan kuş gördünüz mü?
Ben görmedim, görenlere sormak lazım,
bir kuşun memleketi neresidir?
Uyuduğu yer mi yoksa uçtuğu mu?
Dışarıda ayaz var. Banklar var yol kenarlarında,
üstleri kırağıdan beyaz beyaz olmuş.
Şimdi otursan üşütürsün, oturmasan...
Yorgunsun.
Dışarıda ayaz var.
Bir de yalnız, küçük çocuklar ve yalnız, küçük sokak hayvanları
Büyükler için o kadar üzülmüyorum;
çünkü o kadar da iyi bir insan değilim.
Hala brokoli yerine kızarmış patatesi tercih ederim.
Dışarıda ayaz var.
Ve bir yerlerde
kendi kendine şarkı mırıldanan düşünceli, dalgın insanlar.
Sesine şarkı kondurmuş ya da eli enstrüman eline değmiş
nicesinin
Dikkatli olun müzik sustuğunda hiçbiri aynı kalmaz.
Dışarıda ayaz var.
Karlar ülkesi masalından hallice bir beyazlık
Saflıktan ziyade hiçliği andırıyor.
Hiçlik... içlik...
Hatta termal tayt
lazım; çünkü dışarda ayaz
ama olmayan çok, olan az
Para çok, sahibi az
Bilahare, yine konuşsak aynı mesele
Dışarıda ayaz var.

Dışarıda ayaz var
Ve ben içerideyim.

Ama yön çok rölatif değil mi sizce de?

Misal gelin buradan bakın,
Dışarıda ben varım
İçeride deli ayaz...

Dışarıda ayaz
İçeride ayaz
...











29 Kasım 2015 Pazar

Domatesler cenneti

Çürüyorum.
Bunu başka türlü ifade etmenin bir yolu yok.
Anlamadığım, bu noktaya gelene kadar geçmiş olmam gereken evreleri ne zaman tamamladığım.
Köyde geçirdiğim onca zamandan sonra, bir domatesin olgunlaşmayı bitirmesiyle; ancak çürüme safhasına geçebileceğini biliyordum. Sizin, dışardan yapabileceğiniz etkilerle doğa ananın işine karışmadığınızı varsayıyorum. Bu yüzden demek istediğim, NŞA'da ham bir domatesin çürüyemeyeceği aşikâr. Sanırım desteklemeye çalıştığım argümanın, kendini imha etmeye varacak derecede hatalı çıkmasının sebebi, bir domates olmadığımı algılayamamış olmam.
Doğal düzene çomak sokan en şöhretli varlıklar olarak, hak ettiğimiz en güzel cezayı bu şekilde çekiyor olabiliriz. Doğanın, bizi kendi metabolizmasından aforoz etmesiyle... Düzenin içinde yaşayıp kendi içimizde kaos besleyerek... Meselenin korkutucu tarafı, seçme özgürlüğü ile seçmediğimiz bir kaosu yaşamak zorunda bırakılmak.
Aslında bir ağacın, bir sincabın veyahut bir mantarın bizi bu şekilde cezalandırmak isteyeceğini düşünmek de tam bize yakışan bir hareket. Muhtemelen akıllarından geçirdikleri tek şey, bize karşı içlerinde biriken "yazık" duygusu.
Bu durumda, evreleri atlayarak ulaştığım çürüme safhasının menşeini halen bulabilmiş değilim. Belki de GDO'yla fazla haşır neşir olmuşuzdur ve bozduğumuz soya fasulyelerinin hakkını alıyordur Yaratan. Ama bu daha ziyade Hammurabi'nin tarzı olurdu.
Açıkçası bana hâlâ, asıl cevaptan çok uzaktaymışım gibi geliyor.
Velev ki cevabı bulamadım ya da "Ortada bir cevap yok." dedi aziz dost Nietzsche. O zaman ne olacak? Gerçi hepimiz çürüme safhasına gelmiş bir formun pek de uzun zamanı kalmadığını biliriz. Belki de cevabı bulmayı dert edinecek kadar vaktim de olmayacak. Yine de vakit öldürmek için bir şeyler yapmak lazım ve bu akşam televizyonda beni hipnoz edecek aptal dizilerden hiçbiri oynamıyor. Yani, bu meseleyi illâ ki konuşacağız. Ama sanırım yemek üstü bir ağırlık çöktü. Biraz şekerleme yapayım, ardından kaldığımız yerden devam ederiz...

Hikâyenin bundan sonraki kısmını anlatıcı olarak anlatabilmem SI birimlerince pek mümkün değil aslında; ama bu seferlik bir istisna yapalım. Mümkün değil çünkü; bizim gibi rasyonel insanlar bir domatesin konuşamayacağını veya yazı yazamayacağını bilirler. Ve ben de uyandığımda bir domatestim. Hep ikinci bir Gregor Samsa olarak uyanacağımı düşlemiştim halbuki. Ne yazık. Olmadı. Bir domates olarak uyandım. Ve sol üst tarafımda büyük bir çürük vardı. Açıkçası siz bunları okurken o çürük muhtemelen beni domates cennetine uğurlamış olur ya da arafta kalırım kim bilir? O yüzden bunları insan, domates ya da aklınızdan ne geçiyorsa onun ağzından okuyun ve etrafınızda bir çürük olup olmadığını kontrol edin. Eğer varsa... O zaman vay halinize be canım.

17 Ekim 2015 Cumartesi

sızı

 hiç düşünmüyor musunuz
 ben bazen bazı şeyleri çok düşünürüm mesela
 gerçi siz benim gibi olmayın
 bedelli bir eylem bu
 eksile eksile devriliyorsun zaman içinde
 ve bazen
 ama "hafif ve nadir"in anlamından daha fazlasını barındıran bazenlerde
 çok üzülüyorum
 öfke yok
 kızamayacak kadar yorgunum üstelik
 sorsanız herhangi bir hakkım da yok
 sadece içime yağmur yağıyor diyeyim de siz anlayın
 rahmet gibi değil
 usul usul ama okşar gibi de değil
 çamura bulanıyor her yan
 bir yer ızgarasında birikiyorum
 biraz yağmur var
 biraz çamur
 hatta baya çamur var
 yapraklar var
 dökülmüş
 yalnız olmayı seçtiklerine inanmak istediğim
 yapraklar var
 ben varım işte
 bi mazgala sıkışmışım
 dikkatli bakanınız görecektir
 şu kurumuş meşe yaprağına sığınmışım.

23 Eylül 2015 Çarşamba

RASYONELE MEKTUP

Halihazırda var olan her şeyi, olduklarından daha büyük ve daha endişeli bir pozisyonun içine sokmakla suçlanıyorum, yargılanıyorum, nihayetinde de dar ağacında bir ilmek bir de ben kalıyoruz.
Aradan vakit geçince kim ilmek kim ben karıştırır hale geliyoruz. Tek oluyoruz.
Geriye de hiçbir endişe zerreciği kalmıyor.
Viva! Haydi şimdi rahatlayın ve mutlu uyuyun insan parçaları.
Adaletin göreceli olduğu bir evrende mahkemeye çıkmak çok da umrumda değil aslında. Sonuçta içimdeki mevzunun, ilk hakimin varlığından bile önceye dayandığı kanısındayım . Yaşlıya hürmet rica ediyorum ey insan parçaları!
Beni yargılayanlar, evet, evet kesinlikle haklısınız. Büyük ve endişeli bir durum var ortada. Lakin ben, ortalama bir insandan biraz daha az yer kaplayan cismimle, sorarım size, olanı büyütmeye nasıl güç yetirebilirim? İşte bu noktada yanıldınız. Basit olanın küçük olması gerektiğini kim söyledi? Var olan her şey, ben hiçbir müdahalede bulunmasam dahi, kendi varlıklarından ötürü, göründüklerinden ve gördüklerimizden daha büyük ve daha endişeliler.
Ruhumuzu kör kuyulara da atsak, yedi kat semaya da çıkarsak basit olanın mevcudiyetinde barındırdığı muazzam, karmaşık ve bilinmez güç, bizleri sonsuza dek etkileyecek.
Kimileriniz görmezden gelebiliyor bu durumu, kimileri de görüp üstesinden gelmiş gibi davranabiliyor. İki koşulda da daha rasyonel kişiler olarak atfedebiliriz bu şahsiyetleri.
Sanıyorum ki bu, benim uzun süre kisvesine bürünebileceğim bir rol değil. Beceriksizliğimi hoşgörün ey insan parçaları! Kainatın özünde tezatlık varken rasyonel bir tavır sergilemek asıl ironi gibi geliyor bana. Kedi ulaşamadığı ciğere mundar diyor da olabilir pek tabii. Burada vereceğiniz kararı size bırakıyorum, sonuçta ikisi de umrumda olmayacak.
Mümkün olsa giderdim. Ne siz bana bayılıyorsunuz ne de ben size; çünkü insanın en büyük kavgası kendisi ile olandır. E ben siz, siz de ben olduğumuza göre... Viva paradoks imparatorluğu!
Bu paradoksu nesnellikle yaşamıyor olsam ve her dakika bununla sınanmıyor olsam ve hiç kitap okumamış olsam, ben de bir rasyonel olabilirdim. Böylece ne sizin kafanızı şişirir ne de kurulu düzene çomak sokan ejderha dövmesiz bir kız olurdum.
Şu ana kadar anlattıklarımın fazlasıyla flu ve eserekli göründüğünün farkındayım; fakat bir Tezer Özlü, Oğuz Atay, Sartre yahut Franz Kafka olarak doğmadığım için (Burada kendilerini örnek verme sebebim, kanaatimce, yazının yetebildiği yere kadar yazıyı kullanarak kendilerini, varlıklarında olup biteni, kapsamlı ve detaylı bir şekilde ifade edebilme yeteneğine sahip olmalarıdır. Yoksa onların buhranlarının benim buhranlarıma denk düştüğünü düşündüğümü varsayıp benzetmelerimi buna yormanızı istemem; çünkü bu olanı fazlasıyla anlaşılmaz kılacaktır. Herkesin bambaşka bir hikayesi var ve ben zaman zaman onların anlattıklarında kendi özümden çağrışımlar bulsam da, benim deneyimin bağımlı ve bağımsız değişkenleri oldukça farklı.) ancak bu kadar anlatabiliyorum. Verdiğim örneklerin, kişi olarak aslında birbirlerinden çok farklı olmalarından ötürü ve gerek karakter, gerekse yazı bakımından ayrı ayrı incelenmeleri gerektiğini düşündüğüm için üzerlerinde fazla durmayacağım, bu benim gücümün sınırlarını aşan bir durum. Ki onlar kendilerini zaten fazlasıyla yazabilmiş kişiler (Muhtemelen bunu Özlü'ye söylesek "zehrinin ve anlatabileceklerinin binde birini bile yazamamış" olduğunu söyleyecektir; ama onu bile yapamamış milyarlarca insanın gelip geçtiği şu dünyada aslında bu, kalıcı bir kelebek etkisi oluşturuyor.) Ben onlardan bahsetmeye nokta koysam da siz onları okuyun insan parçaları. Bir parça oluşunuz yetmiyormuş gibi okuyun ve tuzla buz olun. Atın kadehi elinizden/ Bin parçaya bölünün!
Dağılmaya başlayan aklımı toparlayacak olursam eğer, tüm bu kavgamın derinlerinde yatan sebebin üç kollu bir diyagram olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan en barizi beynimin içinin kuyrukları birbirine değemeyecek kadar hızla dolaşan tilkilerle dolu olması. Buna binaen, o tilkileri kovalamaktan ve tek tek tüylerinin rengini incelemekten mazoşistliği andıran bir haz duymam da, pek tabii, işlerin ruhumdaki ağırlığını azaltmıyor. Satranç'ı okuduktan sonra insanın kendi beyniyle bir strateji oyununun içine girmesinin ne kadar tehlikeli olabileceğini fark ettim ve aynı anda bir başka aydınlanma daha yaşadım ki, bu bir seçim değildi. En başından beri böyleydim. Belki de olayların buralara gelmesindeki temel etken budur. Diğer iki unsur varlığım böyle olmasaydı da hayatımda yerleşke kurup dikiş tutturabilirler miydi emin değilim. Artık bunların bir önemi yok tabi. Mevcut halimle yıllar geçirdikten sonra, "diğer türlü nasıl olurdular" hayali olasılıklardan ibaretler ne de olsa.
Durum değerlendirmesi yaparken geleceğim diğer iki unsurun beni ne derece etkilediği işte bu temel halim göz önünde bulundurularak düşünülmeli.
İkinci unsur, kendim dışında başka "bir" kişinin hayatım üzerindeki etkilerinden doğuyor. Bunu burada ifade etmeme sebep olacak derecede büyük bir etki yapabilmesi aslında daha önce bahsettiğim ilk unsurdan, yani kendimden kaynaklanıyor. Olası durumlarda olası reaksiyonları göstermiş olsaydım muhtemelen bilgisiz fakat daha mutlu bir insan olabilirdim.
Uzun yıllar güçlüyü oynamak zorunda bırakılmaktan yorulduğu için, mağduru oynayarak (kalkıp toparlanabileceği yerde) mağduriyetin avantajlarından faydalanıp bir ortamdaki tüm alakayı üzerinde toplama ihtiyacı hisseden biriyle beraber olduğunuz zaman, öncelikle bilmeniz gereken iki şey vardır; o kişi asla tedavi olmak istemeyecektir ve bulunduğu ortamda bir başka mağdurun da baş göstermesine imkan tanımayacaktır. Kalıp çözemediğiniz, kaçıp kurtulamadığınız böyle bir mekanizma içinde, sizin payınıza düşen, bu mizansenin kafa sallayıcılarından biri olmanız ve "görünürde mağdur"un tüm ezici gücü karşısında sizin sefil ve şikayet erbabı biri haline gelmenizdir. Gerçek güçlü mağdur bunu diğer insanlar üzerinde bir yıkım aracı olarak kullanmak yerine kendi için bir kilometre taşı bilir. Fakat gerçek güçlü bir mağdur olmak için karakteristik olarak sahip olmanız gereken bazı özellikler vardır. Karamsarlığın ve yalnızlaşmanın etkisindeki bir insandan böyle bir şey bekleyemezsiniz örneğin. Ben de beklemedim, nitekim ben, benden bekleneni de yerine getirmedim. Ortada iflah olmaz mel'un bir sorun varmış gibi yapmak ve herkesin de "aslında işlerin bu kadar da kötü gitmediğini" bildiği bir yerde kıyamet senaryoları yazıp durmak bana göre değildi. Mağdurun artık güçlü olması gerekiyordu ve mağduriyetine isterse son verebileceğini biri ona söylemeliydi. Ama bu kişilerin asıl ezici güçleri siz bunları onlara söylediğiniz zaman ortaya çıkar. Sizi, o zorlu geçmişlerindeki mücadeleleri onlara yeniden yaşatmak zorunda bırakacak bir tehdit olarak algılar ve sözlerinizdeki iyi niyeti birer kasap satırı olarak görürler. Bu sefer size öyle davranmaya başlarlar ki değer verdiğiniz birinin canınızı neden ve nasıl bu kadar yakmak isteyebileceğine şaşar kalırsınız. Siz ona yardım etmek istemiş ama aforoz edilmişsinizdir. İşin kötü yanı, eğer ki kendi karakterinizi ve temel varlığınızı reddedip o mecliste size sunulan rolü kabul etmeye karar verirseniz bunun artık mümkün olmadığını görürsünüz. Siz bir kez düşüncenizi belirtmiş ve düşman safına itilmişsinizdir. Bu yüzden isteseniz de orada kalıp sefilleri oynayamazsınız. "Sözde mağdur", sizi güçlü olmak zorunda bırakıp aforoz ederken aslında tarihi tekerrür ettirir ve kendine yapılanı, bir zorba gibi size de uygular. Ama sizin asıl içinizi acıtan onun bir zorba olmadığını biliyor olmanızdır.
Güçlü olmak, savaşmak demek olsaydı anlamlı olabilirdi belki; ama burada asla gerçek bir savaş olmayacak. Savaşmak bir neticeyi doğurur. Mağdursa olayın neticelenmesini istemez. O yüzden siz tüm gücünüzle(!), binevi lanetinizle, savaş meydanında, karşı tarafta savaşacak kişisi olmayan bir savaşçı olarak kalırsınız. Yalnızlığa itilmiş, artık iki tarafa da gidemeyecek iyi niyetli bir barış elçisi, bir savaşçı, bir hiç, bir hep. İşin ızdırap dolu kısmı Sisifos'un veya Prometheus'un başına geldiği gibi ceza sahasından asla çıkamayacak oluşunuzdur. Gerektiği kadar zayıf olamamış olmanın lanetini, güçlü olmanın bir avantaj olmadığı bir yerde, mağdurun dizinin/ruhunun dibindeki krallıkta sonsuzluk gibi bir zamana dek çekecek olmanızdır.
Sanırım üçüncü unsura ne benim takatim ne de sizin mecaliniz kalmıştır. Varsın o da öylece kalsın. Nasıl olsa bu, zaman kadar eski bir sıkıntı. Hiç bir yere kaçmayacaktır.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Zıkkımın sütü

ekşimiş süt gibi
doğru tada yakın
ama kesinlikle doğru tatta değil
sıcakta kalmış belli
içilmez gayri
döksen de
dökemezsin ya
döktün diyelim
tesisat bile kusacak belli
ama aldırma
foseptik falan hikaye
dökemezsin
kursağından geçen ilk süt bu
çiğ bi laktoz zerresi
sindirim sistemine girmeden
doğrudan
vicdanına yerleşti
zamanla iyiydi
derken bi gün
sıcakta kalmış belli
içilmiyor
ne de kusuluyor gayri


25 Ağustos 2015 Salı

Yoldaş Sokrat!

Uçmadı sinek
Vızıldamadı da
Bakıştılar bi müddet
Sinek pek hevesli değildi
Sanırım
Bakmadı da
Sokrates bahsetmişti ondan
O yüzden biraz daha bekledi
Hürmeten
Belki birazdan bakar dedi
Sonra atı hatırladı
Hikayede bir at vardı
Burda at yok ondan böyle,
Gitti at getirdi
Nasıl demeyin
Getirdi işte
Yatağın yanına kıvrıldı at
Sinek hâlâ gelmedi
Uçmadı
Ve ses etmedi
Sessizlik
Görkemli bir çılgınlığa dönüşmedi
Yavaş yavaş
Nöronları sanrılar görmeye başladı
At sanırım ağlıyordu
Sinek ilk bakışmalarından bu yana kilo almış gibiydi
Ve kendisi yatakta uzanmıyordu aslında
Aslında çoktan çıkıp gitmişti
Ya da o kalmıştı da
At gitmişti
Sinek gitmişti
Gitmek metafor olmuş
Gidilmeyen bir dünyaya atılmıştı
Ertesi sabah bi kettle olarak uyandı
Araba lastiği olarak uyanmadığı için üzüldü
Su kaynattı
Bi daha ne sinek geldi aklına ne de at
Unutuldu aziz dost Sokrat



16 Ağustos 2015 Pazar

Önden Kaçan Atlı

Bir kuş havalandı.
Saydın, tam beş kez kanat çırptıktan sonra bırakıyordu kendini.
Bu ritmik hareketin arkasında ne tür bir anlam saklıydı acaba?
İşlevselliğini idrak edebiliyordun; ama görünürün ardında başka kapılar aramak hobindi ne de olsa. Bu sefer de kuşun ardından giden aklın Sisifos ile eşleştirmişti durumu. Onunki bir lanetti, gerçi nihayetinde hakikati de idrak etmişti. Bu açıdan bakarsak, gamsız bir ifade ile, şanslı olduğunu bile söyleyebilirdin.
Peki kuşları kim cezalandırmıştı?
Bu sonsuz döngü de onların lanetiydi. Uçmak, süzülmek ve bir noktada da konmak demekti.
Gidebilir gibi olmak ama ebedi bir gidememişliğe mahkûm edilmekti.
Bu yüzden hep özendin uçmaya.
Taklit ettin onları.
Gazlı balonlar, uçaklar, planörler icat ettin.
Kendi içinde sen de zaten bir lanetliydin, sadece çoğu zaman fark etmedin.
Gözlerin açıkken yummayı öğrendin.
Ne zaman ki tüm nimfler sessizleşti
Toprağın ve suyun huzuru kana bulandı
Üstelik çocuk kanına!
Çocukluk ve yaşlılık arasındaki o 'fidan' gibi yıllarında ölenlerin kanına!
O vakit anlar gibi oldun,
Kaldırmaya niyetlendin gözündeki perdeleri.
Sisifos'un taşının altına sen de sokacaktın elini.
Ah ahmaklar lordu!
Bir böcek gibi yuvana kaçtın gene.
Lanet, tözünde gizlenmiş bir bilgiydi
Kaçarsan kurtulursun sandın.
Kendine rağmen insan olabilecekken üstelik.
Olmalıydın
Olabilmeliydin.
Çünkü içinden çıkamayacağın bu hakikat ebediyete kadar sürerken başka çocuklar da ölmemeliydi.
İçinde kurduğun mahkeme kararıyla önce ızdırabını bireysel müebbete mahkum etmeli, akabinde cezanı çekerken 'duru dünya bilgisi ile harmanlanmış bir vicdan'a yaslanmalısın.
Ayrıca uzun bir yolculuğa çıkmanı da tavsiye ederim.
Yol kenarında göreceğin tek mezarlar, ölümün yalnızca mezarlıklarda kalmasını engelledikleri için bir teşekkürü hak ediyorlar. Durup onlarla konuşmak da isteyebilirsin.
Ve eğer iklimi hoş yerlerden geçersen
Çevrende göreceğin günebakan tarlalarına iyi bak!
Gündüz vakti olmasına dikkat et
Güneş bulutların arkasına saklanana kadar da bekle.
İşte öyle bir anda bak o tarlalara.
Ve kendine bakmayı da ihmal etme.
İyi biri değilsin ama
Hiçbir zaman çocukları öldürecek kadar da kötü olma
İnan bana ebedi lanetin bile
Dökülen tek damla kana değmez.
Ve izahı olamaz.
Yoldayken yağmur da yağarsa
Düşün bunları
Islak toprağın kokusunda söylediklerimin çoğu ve söyleyemediklerim saklı nasıl olsa...

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Bak sen şu serencama!

gecenin huysuzluğu üstündeydi
huysuzluğun da canı sıkkın
iki kelime sevdim
'sevişmek'
seks oldu
'hoşgeldin'
fuzuli
kaypak düzen
ben de kulbundan tuttum
geçen yolumu
kedili sokağa vurdum
birini tutar severdim belki
biri tuttu beni, sevmedi
gitti diğerlerine de söyledi
bu kedi milleti hep
böyle nankör şöyle pis
biz mintax biz mis
attı kafam
kafa attım
paradoks
tek kişilik boks
ocağa su koydum
Zeus'un hışmı
yaktı altını
üstelik poşet çaydı
anca küresel sermayeden
çıkardım hıncımı
gece oldu
baya geceydi üstelik
komşularda bile
tuhaf bi sessizlik
karanlığın tonunda
ışığın voltunda
ilk günden bu yana
içinde
bir yalnızlık var ki
anlaşılır şey değil
ne güzel demiş Orhan Veli
bir dert ki
anlatılır gibi değil



3 Ağustos 2015 Pazartesi

üst komşudan dökülen sigara külünün acıları

en sevdiğim şarkılardan birini dinlemeye başladım önce
yorgundum
gecenin de huysuzluğu üstünde
sokakta kimse yok
herkes uyuma numarası yapıyor olmalı
bildikleri bi çok numaradan en afilsizi bu
yine de inatla her gece aynı ritüeli gerçekleştiren
bir din adamından daha istikrarlı
Montaigne'i
'iki denemesinde bir fikri değişiyor'
diye yargıladığında henüz çok gençti
tutarlı olmanın saplantılı iyiliğinin
lsd'den daha fazla kafa yaptığını bilemedi
nerden bilsin
ot bile çekmemişti bunca zaman
güzel bi çocuk oldu
herkes kadar da herkesti
yani koca bi kanı bozuk kandırıkçı
kimseyi suçlayamazsın
küçüktün ama kör değildin
etraf ziftin peki nispetinde karanlık ama
hiçbirimiz kör değiliz
bunu bildiğini kabul etmeyenlerin
edenlerin hayatına
karabasan gibi çöktüğü bi galaksi bu
solucan deliği mi?
kaçmak mı?
kimden?
onlardan.
çiğ süt emdik mi?
emdik.
ak koyun da benim
kara da
ışığı soğuran karadelikte
suyum bir elimde
siyanür diğerinde
en sevdiğim şarkılardan birini dinlemeye başladım önce
sonra
beni ilk defa dinlediğim şarkılar arasında bulmuşlar
başımda bir kuzgun varmış
fanzin mi attılar hiç bilemedim
gözlerimi açmak istemedim
gözlerimi kapamak istemedim
bu karanlıkta
gözlerim olduğunu bilmek
istemedim
ve
çok
ama çok
her şeyden çok
istedim.



21 Temmuz 2015 Salı

Sağ ve Sakat

Yanlış anlaşılmak dert değildi,
Bilirdim çünkü diğer türlüsü yoktu.
Bütün 'gelmişler ve gitmişler' anlaşılmadan göçmüştü.
Geçmiş zamanın sürekli yinelenen hikayesiydi bu
Ve benim de sayfalarında kendimi kaybetmeye niyetim yoktu.

Ama bu rahatlığın da bir bedeli olacağı gelmemişti aklıma
Üstelik hiç beklenmedik bir anda
Basit, sıradan
Aniden çöken bir binadan
Sağ ve sakat kalan

Öyle bir hal daha varmış ki
Kendine tükürtürmüş garibi
Haklılık terazisine bile
Koydurmazmış onu
Çünkü gerçeğin farklılığı dahi
Değiştiremezmiş hatalı geçmişi.
Kendini savunmanın geçersiz sayıldığı
Bir davanın sanığı
Susmak en çok ona koyarmış,
Düzgünce gidememişliği
En çok onu acıtırmış.
Giydiği hüküm değil de,
Evvelden keyifle çene çaldığı
O mübaşirin gözlerindeki dar ağacı
Yaşarken asmış ruhunu.
Hayal kırıklığı müebbetten halliceymiş.
Bilememiş
Bitmiş.
Bilmiş
Bitememiş.


11 Temmuz 2015 Cumartesi

Bir Şarkının Minvalinde Nefes Almak

Zaman zaman bazı şarkıların nasıl bu kadar bizim için yazılmış gibi olabildiklerine şaşar kalırız.
Ritmin yükseliş anında, artan birkaç perdelik değişimini, aslında içimize doğru atamadığımız çığlıklara sayarız.
Nakarata girmeden önce durulan o birkaç ölçülük susuşlar; kuramadığımız, kurmak istemediğimiz cümlelerin olduğu konuşmalara denk düşer.
Böyle böyle şarkılarla nefes almaya başlar insan, daha muazzamı, şarkıların aldığı nefese eşlik etmeye başlar ufak ufak, usul usul, kendinden vererek, kendine katarak biraz biraz...
Bu huzurlu/huzursuz mizansende ne eksik gedik kalabilir ki?
Hangi gölge, bir şarkıya yaslanmış ademi rahatsız edebilir, dünya denen öğle sıcağında kalmışken üstelik?
Tuhaf bir sıkıntıdır bu, zaten bazı şeyler fazlasıyla tuhaftır bu memlekette.
Gölge, orda olduğunu bildiğin şarkıların üzerlerini örter. Sıkıntı orda başlar; çünkü eşlik ettiğin nefesi renginden tanırken bir anda renkler tam seçilmez olur, hangi şarkıya yaslandığın bilgisi çıkıverir dimağından. Boşluk desen değildir bu; fakat biraz dalgınlaştırır seni. Arar gibi yapar ama üzerine çöken ağırlıkla oturup kalırsın olduğun yerde.
Bir müddet sonra bir rüzgar eser içine, durumun vehametini anlatan. İrkilirsin. Yüzleşirsin. Ölmemek için. Gölgeleri kaçırıp şarkına kavuşman gerekir. Bir notasından dahi olsa yakalaman...
De, işte her zaman o kadar kolay olmaz bu işler. Bazı şarkılar kendi istedikleri zaman kendileri gelirler, gölgelerini üzerlerinden atıp... Bu sırada Eyüp sabrı gerekir, yedi günahtan kaçar gibi kaçmak için, seni karlar içinde sonsuz ölüm uykusuna çağıran gölgenin cazibesinden.
Ama elbet olur hepsi zamanla.
Elbet o ses, tekrar bir gün çalınır kulağımıza.

14 Haziran 2015 Pazar

''küçükler'' başlıyormuşmuş!



''küçükler''i hala hatırlayanınız varsa ben başladım ona efendim de, buralara gelmek nasip olmadı bi türlü.
Geç olsun güç olmasın lafının tam sırası.
Daha da usandırmadan kimseyi, iki yeni vatandaşı bırakayım buraya kardeşlerim.
(Böyle hitap edince kendimi hayali bi tarikat başkanı gibi hissediyorum da neyse.)


25 Mayıs 2015 Pazartesi

Az kadar az

Toparlanması gereken ve böyle gerektiğine inanmak için, yeterince 'toplum içinde yaşamaya' maruz kalmış insanın, aslında bunu o kadar da istemediğini fark ettiği günlerden bir gün.

Zaman usulca geçecek.

Çıkacağız bi süreliğine
Tekrar batacağız ardından.

Hayatı susarak bitireceğiz nihayetinde.
Yoksa neden sanırsınız ölülerin bu sessizliğini?

10 Mayıs 2015 Pazar

Müptelâ-yı gam diyor ki,

"Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat"

Selamlar olsun gecenin iflah olmaz çocuklarına, gündüzün akıllı delilerine...
Yine kendimi Birsen Tezer'in sesinde avutmaya çalıştığım vakitlerden bir vakit.
Aklımla kalbimin amansız savaşlarında kazanan hep şarkılar oluyor ilginçtir ki.
Gerçi bu, o kadar da garipsenecek bir durum olmasa gerek
Hakikî şarkıların yürekten beslendiğini düşünürsek şayet.
Ve ben de mantığın kölesi olacağıma duygunun özgürlüğünde acı çekmeye meyleden bir kul iken...

Olursa olur olmazsa başa sararız.
Demek isterdim.
Ama bazı meseleler vardır ki
Kendinizi bitirirsiniz evvela
Veresiye mutluluklar tüketmeye başlarsınız
Sanmayın ki sahte hislerdir bunlar
En az etiniz kanınız kadar sahicidirler
Ama ne kullanım kılavuzu vardır peşlerinde
Ne de uyarı sayfaları
Nasıl yüzdüreceğini bilmediğiniz bir kanoda sürüklendiğinizi fark edersiniz aniden
Halbuki siz aslında böyle işlere kalkışacak adam değilsinizdir.
Tabiatınızda yoktur hani.
Ama Tengri sizi dengesiz yaratmış yapacak bir şey yok
Öyle bir anınıza gelmiş akıntıya kapılmışsınız
Su usulcacık akarken de anlamazsınız bi sıkıntı olduğunu
Kendinizden taviz verdiğinizi görmez
Görebilmek de istemezsiniz esasında
Nitekim su hep böyle akmaz
Dengesiz varlığınız hep böyle durmaz
Karadeniz gibi çalkalanmaya başladı mı ortalık
Ve siz de dellenirseniz üstüne üstelik
Bir anda sarkan bir dal gibi çarpar yüzünüze görmek istemedikleriniz.
O anda bilirsiniz tüm kaçtıklarınızı
Anlarsınız siz iflah olmayacaksınız
Tek bir çözüm kalır geriye
Kendi deliliğinize kaçmaktır
Ve bir yerde aramamaktır O'nu
Arayan bulur derler
Ama kimse demez bulmak her zaman hayır getirmez
Bazıları bu diyara bulmak bulunmak için gelmez.
Kendini inkar etmenin, değiştirmeye çalışmanın korkunçluğundansa
Karadelik gibi ucu nereye varır belli olmayan
Ama senin alışageldiğin girdaplarında dönmen yeğdir.
Çünkü çıkmak makul kullara göredir.
Bir an çıkabilirim sandım.
Bir an çıkabilir sandım.
Bir an çıkabiliriz sandım.
Yanıldım.
Meselenin yine çıkmak olduğunu sandım.




6 Mayıs 2015 Çarşamba

küçükler.

Yükte ağır pahada hafiflerin dünyasından karakterler çizmeye başlıyorum.
Ne kadar gider, ne olur hiçbir tahminim yok.
Yeni bir deftere başlamışken, hele bi de hazır şu günlerde ayrı bir huzursuzluk köşe bucak dolaşırken, yeni bir şeyler çizmek güzel.
İlk defa bir seri bağlı devreye giriyorum ya hadi hayırlısı.
Vira bismillah.
(bekarlığa veda konuşması gibi oldu ama bugüne kadar hep kafama estiği şekilde birbirinden bağımsız şeyler çizdim durdum, sanırım artık radikal bir karar almanın tam sırası)
'küçükler' ile tanışmaya hazır mısınız?




1 Mayıs 2015 Cuma

Canı pazarda bulmadık.

Ne demeye konuşuyoruz hâlâ
Bilmiyorum
Yaşayan herkes
İtiraf etmese de bir umut taşıyor
Belki ondan tüm bu olup biten

Ve sanırım hayat denen şeyi yanlış anlama yeteneği ile kutsanmışken
Doğru anlayabilme ihtimalinin var olması gerektiğini düşünüyoruz

Bir kedi olabilseydik
Bu işi başarabilirdik
Ama ne kedi olabildik ne de başka bir şey
Uyuduk.
Mahsustan.
Güneşe bakıp uyuduk
Geceye girip uyuduk
İşte, evde, metroda
Bakkalda, okulda
Bayramda, beton atma töreninde
Deniz kenarında, uzay boşluğunda
Çalan bir pikapta, bisikletten düşerken
Arkadaş kazığı yerken, ya da anne terliği
Sevmecilik oynarken, kabızken
Hastalıktan yorgan döşek yatarken
Sağlıklı kısrak gibi koşarken
Düşünmeden hemen önce ve düşündükten hemen sonra
Uyuduk.
O aradaki bir an'da da
Uyur gibi yaptık.
Uyumazsak dağlanacaktık.
Ve canı pazarda bulmamış
Ama gibi bi yerde kaybetmiştik.

23 Nisan 2015 Perşembe

İnsan donuna kadar yalnızdır.

İnsan donuna kadar yalnızdır.
Ve bu bir hastalık değildir.
Eğer birden çok olmamız gerekseydi yapışık koloniler olarak doğardık, yanlış mıyım?
Belki de yanlışım.
Belki iliklerime kadar yalnızlıktan nefret ediyorum.
Ya da yalnızlığın uslanmaz delisiyim.
Fark eder mi?
Hem evet hem hayır.
Bulanık suya bir çamur da ben mi atıyorum?
Zannetmem.
Ve reklamın iyisi kötüsü olmaz mantalitesi
Buyur önden abi.
Şimdi ne diyorduk
Yalnızlık.
Geceler, şiirler, şarkılar, lar, ler
Bir şeyler, bir şeyler...
Yalnızlık çöktüğünde sığındığımız birçok kapı esasında
O yalnızlıklarda kendimize fazla gelişlerimizden taşanlar
Eksiğimiz yok değil çok
Ama fazlamız be dedem!...
Sütün kaymağı, ocakta unutulan su
Köpürüyor, taşıyor
Fazlamıza bile fazla geliyoruz
İçimizi dış etme çabası*
Hep bu müzik, bu resim, bu ritim
Bu yakamıza iliştirdiğimiz karanfil edebiyatı
Güzel mi güzel
Ama nerde sıkıntı?
Bunlar hep taksonomi hatası
Doğdun mu?
Evet.
Ölcen mi?
E..evet.
Yalnız mısın?
Evvet.
Doğman, ölmen, ne kadar iyi-kötü bir şeyse
'yalnız' mevzusu da ne daha fazlası ne de daha azı
Bu konu, bu dersin değil yani!
En fazla felsefe dersinde
'Gerçek' konusu geldiğinde
Alt başlık açıp incele.
Ama mesele ne tünel kazıp kurtulman gereken mapus damı
Ne de kollarında her şeyi unutacağın bi nayino
Ne ana ne baba ne hala ne dayı
Ne de aziz dostum ne de sen bile.
Bazı yarımlar tamamlanmak için değildir
Bazı eksikler kapatılmak için değildir
Bazen sadece öyle olduğumuz için öyleyizdir
Ve bu da en az 'tam' olmak diye cismini kimsenin bilmediği ütopya kadar güzeldir
Çünkü eski zamanın birinde öldürülmüş bir dervişin deyişi ile
''Her ütopya bir distopyaya gebedir evlat.''
(Son güne kadar yattığı her yastığı yadırgayacak biz insanlara ithafen mini yalnızlık manifestosu, anlam karmaşasına artık bi dur demek için!)
*Kalben-vesaire.org röportajı





21 Mart 2015 Cumartesi

'' 'Normal' bir 'delirme' süreci '' 101 dersinde alınan ders notları:

Nekahat dönemi uzarsa n'olur bilir misiniz?
'Normal' olan absürtlükle el değişir.
Hasta olma durumu istisnadan genele evrilir.
Zamanında kimin koyduğu belli olmayan gece-gündüz kuralları sizin için yer değiştirmeye başlar.
Ve sizin dışınızda kalan dünyaya alternatif, bir dünya inşa etmeye başlarsınız.
Diğer dünyadan bakanlar anlam veremeseler de özenirler bazen bu duruma.
İçe yolculuk gibi telaffuzu ve melodisi güzel gelen isimler koyarlar.
Çünkü kendi yalnızlığınla-tuhaflığınla- yüzleşmenin ne kadar cesaret istediğine dair bir fikirleri yoktur.
Hele ki standart ölçülerde korkak biri için.
Dahası bunun bir seçim değil de girdap olduğunu bilenler için.
Bilmek acı getirir.
İstisnasının çıkmasını beklediğimiz ama ufukta kara gözükmeyen tek kaidedir bu
-ölümden sonra
Bu da bir ölüm sayılırsa skor gerçekten teke düşer ama mühim olan, pek de sayılar değildir bu noktada ha?
*
Hep iken Hiç'e dönüşmek.
Varlığın zorlu bir sınavı.
Çünkü ilk aşama kendini yıkmak
Mülakatta ise tekrar beklerler kalkmanı.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Kör Görülen Sevgi

Düşünüyorum da belki bir gün en sevdiğin kitap değişir
Veya, geceleri sabahlardan daha çok sevmeye başlarsın yaşlandıkça
En sevdiğin aşk hikayesi aynı kalır belki ama
Sakızlı dondurmayı o kadar sevmemeye başlarsın yaşını başına aldıkça
Değişir bir şeyler sende illa ki
Haydarpaşa Garı'nın bile yandığı şu alemde
Yeni gelen güne karşı hangimiz dikilitaş gibi kalabildik ki
Ama gar yansa da herkes bilir kutsanmış hisleri
Yangınla kaybolmaz vedalar, kavuşmalar
Hissettin mi bir kez, o değişmez işte,
Hele de beraber de ağlanmışsan kardeşim
Gözyaşı kardeşliğinin kanla olana beşbin bastığını sana söylemeliyim.
Gözüne baktığımda, nerde burkulmuş yüreğin çıkartabiliyorsam
Ve susarak anlayabiliyorsam seni
Kâfi azizim kâfi...
Bi somun ekmek ile bi tas suyun olayım da
Bilmesem de olur en sevdiğin tropik meyveyi...
Ama onu da severim bilmesem de
Gözyaşını paylaşanların damak tadı da baka baka kararırmış bi vakitten sonra.
Ve tanımak birini
Sanıldığı kadar basit değilmiş
Sanılmadığı kadar da komplike,
Tanımak birini,
Kelimelerin yazamadıklarında hissedilirmiş
Bu yüzden okullarda kağıda yazılamayan bu bilgi hiç öğretilmemiş...
A priori familyasından gelirmiş seni bilmek
Öyle kadimmiş işte azizim
Kulağa olduğundan daha cakalı gibi gelse de
Mevzu sade
Bi gram senden, bi gram benden, bi tutam da yıldızlardan demiş eski bir bilge.



3 Şubat 2015 Salı

Buruk'acı


 

Bir burukluk var bu sıra gözlerimde. 
Hani çok ısrar ettiğiniz için, istediğiniz bir şeye, ilk önce karşı çıkıp sonradan izin veren babanın gönülsüzlüğü, izin almış olmanın gururunu yaşayacakken sadece hayırsız evlat gibi hissetmenize yol açar da galibiyetin tadını çıkaramadan vicdanınız düğüm düğüm takılır ya boğazınıza! 
Ya da Güneş'in cayır cayır olduğu güzel bir kış günü, Güneş batacağı sıra, sanki onu siz küstürmüşsünüz de ondan gidiyormuş gibi melül bir turuncuya boyar ya her yanı...
Bu da olmadıysa ya da tam göremediyseniz bit kadar resmi şöyle ifade edeyim bir de.
Aradığınız kitabı rafta bulamayıp kasadaki görevliye sormaya gittiğinizde kasanın yanında sonuncusunun durduğunu görür heyecana kapılıp elinizi uzatır "o ayırtıldı kusura bakmayın " izahıyla parça parça yığılırsınız ya olduğunuz yere.
Sisteme, geldiğimiz ya da gelemediğimiz noktaya nefret beslerken (hatta böyle güçlü bir duyguyu bir tek burada aktifleştirebilirken) bunları yazdığım aygıttan tutun da elinizi attığınız her şeyin bir başka çark,dişli olduğunu görür ve özsaygı denen şeyin özkatile evrildilğini fark edersiniz ya.
Tüm bu hisler aleminin içinde, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlarla muhabbet edebileceğimize inanmayı da sürdürüyoruz ya bir de.
Tam dayaklık değil miyiz hakikaten?!